RSS

Aylık arşivler: Aralık 2010

>Yeni Hayat İçin Talepler

>Hayatın bazı eksikleri var. Bence biz tam sürüm değiliz, beta falanız. Save noktaları olsaymış keşke. “Bakalım bir şöyle deneyelim nasıl olacak” diyebilseymişiz. Pişmanlığın, keşkelerin, risk almanın korkusu olmasaymış böylece. Nasıl?

Millet, bu herkes için geçerli. Hiç ayak yapmayın; hepiniz depresyondasınız. Olmak istediğiniz yere birkaç ömür mesafede, olmak istediğiniz kişinin milyonlarca ışık yılı uzağındasınız, yaşamak istediğiniz hayatı rüyanızda bile yaşayamadınız bugüne kadar; başkaları sizin o hayal bile edemediğiniz hayatın bilmemkaç faktöryel katını yaşıyor olsa bile, çünkü o şanslı addeddiğimiz kişiler de kendi hayallerinden çok uzaklarda yaşıyor.

Bu hayatın içine ettik. Bir dahaki için birkaç talebim var. Öncelikle ekonomik problemler istemiyorum. Hatta para olmasın. Komünal yaşayalım. Şöyle komünal yaşayalım; birileri üretsin, ben yiyim. Değiş tokuş olsun; para falan bozuyor toplumu. İnsanların ahlaki değerleri arasında uçurum olmasın. Herkes dinini ve siyasi kişiliğini kendi içinde saklasın. Yani bunlar adam öldürme, dışlama, dışlanma, nemalanma, kamplaşma nedeni olmasın. İnsanlarda bir “yeter eşiği” olsun. Doyum noktası yani. “Şu da olsun daha ne isteyeyim” denilen şey vuku bulduğunda bu lafımızı çoktan unutmuş olmayalım.

Boyum bundan bir 10 santim daha uzun olsun. Saçlarımdan memnunum, eğer bundan daha fazla dökülmeyecekse. Sigaradan daha güvenilir, daha sadık dostlar olsun ki sigaranın dostluğuna karşılık vermek için kendimi parçalamayayım. Aynı şeyi içki için de söyleyebilirim. Bir dahaki sefere düztaban olmayayım, hızlı koşabileyim, daha yükseğe zıplayabileyim. Sesim daha kalın ve daha güzel olsun. Gür çıksın. Kazma değil; sportif, esnek bir vücudum olsun. Kilo aynı kalabilir.

Tekrar geldiğimde bu kadar düşünen biri olmak istemiyorum; bu da kayda geçsin. “İpimle kuşağım, s.kimle t.şağım” denen yaşam biçiminin tadını almak istiyorum. Eğer bu olmayacaksa çevremde aklıma takılacak olaylar gelişmesin. Kendi hayatının içine s.çan insanlar olmasın. Kimse saçmalamasın; ya da dediğim gibi saçmalayan ve kendi hayatının içine s.çan insanları ben onlardan fazla düşünmeyeyim. Ya da onlara sunduğum çözümleri uygulasınlar. Benim sunduğum çözümler işe yarasın gibi bir dilekte bulunmama gerek yok, bu kısmı değiştirmek için uğraşılmasın; ayarı falan bozulur sonra.

“Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” gibi bir mecburiyet yok. Şahsen kendi adıma görünen ve görünmeyen hakkında fikir edinebiliyorum. Sanırım insanların değişmeyeceğini de öğreneceğim yakında. Yine de küçük bir yamayla “İnsanın özüne aykırı alışkanlıklar edinmeye çalışması; içinde bulunamayacağı, kabul görmeyeceği, kabul görse rahat edemeyeceği ortamlara girmek için kıçını yırtması” bug’ı ortadan kaldırılsın. Kısacası, insanların sorunlarını düzeltmek bana kalmasın. Çünkü ben söyleyince pek etkili olmuyor; sen oradan daha iyi anlarsın. Bunu yapmak senin işin. Ben de senden yardım istemiştim hep.

Bunların hiçbiri olmayacaksa, bari birkaç hile olsun. Çok şey istemiyorum. Haşa, “God Mode” falan istemem; sana şirk mi koşayım bu yaşta? Duvarlardan geçme, zamanı durdurma gibi varolan fiziksel düzeni yıkmaya yönelik şeyler de değil istediğim. Ya işte, şu “özgür irade” olayına küçücük bir müdahalede bulunamaz mıyım? Ha?

 

>Destur, Desturbatör ve Duziko

>Votkayı da ne güzel yapmışlar vallahi şerbet gibi gitti be. Yanında da kırmızı öküz, biraz da fıstık kaju falan çepir çepir maymun gibi yedik. İyi de oldu ne zamandır planımız varıdı Emre’yle iş kuracaktık. Hepsini hallettik çok şükür Elhamdülillah. Yıllar önce kararlaştırdığımız bir projemiz vardı, turizm ile alakadar. Tur organizasyonu yapacaktık; Destur. Destursuz girilmeyen yerlere götürecektik müşterileri. Sonra bir fikir yandı ki kafamda, hiç daha önce bulunmamış cinsten. Çok para var olum.

Arkadaşlarla yıldızların ne kadar uzakta olduğunu tartışıyorduk. Ben 70 milyon ışık yılı dedim. Emre “Yok aq oha, 20-25 falandır” dedi. Sonra Ali Ceylan “Onlar gökyünüzdeki delikler olum. Yağmurlar falan hep ordan akıyo” dedi. Tam atma lan diycektim ki “Dünya zaten bi kaplumbağanın sırtında” dedi. Düşününce hiç de mantıksız gelmiyor. Adam bilgisayar mühendisi zaten.

Şimdi arkadaşınızın evinde kalıyonuz, arkadaş sizin telefonu aldı “Hacısso bende çalar saat yok, senin telefonu saat 6’ya kurayım da kalkayım sabah” dedi. “Lafı mı olur bebeğim benim, başımla birlikte” dediniz karşı tarafın size eşcinse gözüyle bakmasını umursamadan. Aldı adam, kurdu saati, sabah 6’da kalktı. Tabi sizin götünüzde pireler uçuyor. Sonra bu dangalak, telefonu başucunda bıraktı, kalktı elini yüzünü yıkadı, sigarasını içti, evden çıktı. Siz bi kalktınız, saat 10 aq. Telefon nerde? E herifin yatak odasında. Hadiii. E destursuz girilmez! N’olacak? Muhit nere? Diyelim ki Şişli. Hemen Şişli 1 No’lu Desturbatörünü arıyorsunuz. Adam geliyor eve. “Abi” diyorsunuz, “Telefonum arkadaşın yatak odasında kaldı, almam lazım. Destur var mı?” Adam da “Bir bakalım” diyor. Formu dolduruyorsunuz. Varsa var, yoksa yok tabii ki. Doldurduğunuz forma göre eğer desturunuz varsa, girebiliyorsunuz. Ha yok, daha evvel destursuz girdiğiniz yerler varsa zaten sicilişnizden çıkıyor o. O zaman iki kat ücret veriyorsunuz, Desturbatör girip alıyor odadan. Ona zaten her türlü destur var. 4 yıl kamu yönetimi okumuş adam, bir de üstüne ilahiyat fakültesinde yüksek lisans yaparsa her türlü desturu var adamın. Ama ücret tuzlu, söyleyeyim.

Eve dönerken yolda biraz tökezledim ama içtiğimden değil, sokaklar dönüyordu biraz. Bu akşam yine tektonik hareketlenmeler vardı. Tam Demir Market’in köşede iki tane kedi piizleniyordu. Balık yiyorlardı. Yaklaştım. Biri öksürüp duruyordu. “Selamunaleyküm” dedim. “Afiyet olsun” dedim. “Eywallah kardeş buyur birlikte olsun” dedi, racon da biliyor. “Hanım çok içti, bakma ona sen” dedi. “Balık yiyemem akşam akşam mideme dokunuyor” dedim. “Bir peynir falan varsa…” “Ah be abicim, kalmadı” dedi. “Demin fareyle beraber yedim” dedi. “Ama peynirsiz de olur, sek de olur; rakı değil bu duziko” dedi. “Duziko ney la?” dedim; “Sen bilmezsin, biz Rumuz. Benim adım Mihi, bu da Dina” dedi. Buyur etti sofraya. Neyse işte bir yudum aldım duzikodan zift gibi bişey. Adamı öldürür vallahi. Sonra bi uzattım elimi balığa, “pıhhhh” dedi bir cırmaladı; aklım çıktı şerefsizim. “Noluyo aq lan manyak mısın?” dedim. “Abi kusura bakma, refleks” dedi. “Baba tarafından kalma. Rahmetli de öyleymiş. Giritliymiş bizim büyük dede; orada bi usta varmış, adı Fros. Bizimkiyle birlikte…” diye bir sardı, bir sardı ki rehin kaldım aq. Yine de güzel konuşuyor namussuz. Dalmışım ben de elimi uzatıverdim balığa. Bu bir hopladı yerinden, yüzüm gözüm cırmık içinde kaldı. “Yeter ulan s.kerim senin ızdırabını” dedim, sonra bu da sinli kaflı konuştu. Demir Otel’in müşteriler rahatsız olmuş, su döktüler üstümüze. Duziko ne biçim bi rakıymış; suya karıştı ama rengi değişmedi bak. Mihi de gitti kayboldu karanlıkta. Mundar oldu balık. Dina’nin da gideri varmış.

Eve dönerken çöpçü gördüm bir tane. Kolay gelsin dedim. “Bucaspor’a galibiyeti getiren gol 65. dakikada geldi” dedi. Hiç oralı olmadım. Arkasından bi çocukla karşılaştım, elinde bi torba vardı; gömmüştü kafasını içine. Kafamı çevirdim bir daha baktım; iki kişi olmuşlar. Havalardan herhalde. Eve geldim. Anahtarı deliğe soktum. Çevirdim kapı açıldı. Ulan bu anahtarı bulandan Allah razı olsun. Yoksa nasıl girecez lan eve?

Rakı balığında şişe olur falan bilmiyorum ben. İyi geceler.

 
1 Yorum

Yazan: 22/12/2010 in Genel

 

>Çok Farklı Mağlubiyet

>Taktik belliydi. Rakibi, kendi zayıf görünen oyun anlayışı içinde kündeye getirip kontra ataklarla gol arayacaktı. Oyuncularına son taktikleri verdi; kendi yarı sahasında top çevirecek, başarılı veya başarısız uzun toplarla çıkmaya çalışır görünüp takımın büyük kısmını geride tutacaktı. İlerideki birkaç kişiyle rakip defansı meşgul edecek, rakibin atak üstüne atak geliştirdiği anlarda uzun forvetini orta sahaya çekip kısa ve hızlı kanat oyuncularıyla gol arayacaktı. Kendinden çok emindi; rakibi çok iyi tanımasa da eski günlerinde olmadığını biliyordu. Çocuk oyuncağı olacak, istediğini alacaktı.

Takım sahaya çıktığında herkes gibi o da heyecanlıydı, uzun zaman olmuştu. Tüm seyircilerin heyecanlı ve çekişmeli olmasını beklediği bu maçı kafasında bitirmişti; çok kolay olacaktı. Takımının kullandığı santrayla birlikte top uzunca bir süre boyunca kendi takımının oyuncularının ayaklarında dolandı. Arada gerideki oyuncuları uzun toplar atıyor, rakip defanstan dönen toplar bilmem kaç pas boyunca yine kendi takımında kalıyordu. Takım top çevirerek neredeyse hiç yorulmamış, rakip ise sonuç vermeyen presin etkisiyle neredeyse bitmişti ilk yarının sonlarına doğru yaklaşılırken.

Dakikalar 35’i gösteriyordu; rakibin olgun ataklarından ilki kaleye yaklaşmıştı ama pek sonuç verecek gibi gözükmüyordu. Atılan ilk şut, kaleci için kolay olmasına rağmen garantici davranışı nedeniyle korner oldu. Rakip kanat oyuncusu korner için kenara gittiğinde kendi kanat oyuncularını da ileri yolladı. Kavisli vuruş kalecinin yumruğuyla havada süzülürken hızla ileri atıldı sağ açık, sol açık ise kafasıyla uzunca bir pas çıkardı takım arkadaşına. Son adamı geçmekte zorlanmayan sağ açık oyuncusu, kalecinin de yanından topu ağlara gönderdi; ilk yarının skoru 1-0 olarak tescil edildi.

Soyunma odasına giderken o kadar mutluydu ki, sanki ilk yarı değil maç bitmişti. Bu skor geri döndürülemezdi. Muhteşem bir savunma taktiği vardı; tüm takım savunma yapacak, bekler uzun top oynayıp açıkları besleyecek; ilerideki tek forvet de kalaye sırtı dönük olarak topu açık oyunculara paslayacaktı. Farkın açılması işten bile değildi. Rakibi ambale etmek için de oyuncu değişikliği stratejisini belirlemişti: savunmadan bir oyuncu çıkaracak ve bir kanat oyuncusu daha alacaktı oyuna. Rakibin anlayamayacağı bir taktikti bu. İlerideki tek uzun hücumcu, kendi kalecisinin attığı uzun topları arkadaşlarına indirecek karşı yarı sahadaki bir libero görevinde oynayacaktı. Üçlenen defans, kalabalıklaşan orta sahanın arkasında neredeyse tamamen işsiz kalacak, iki açık oyuncusuna artı olarak alınan üçüncü açık oyuncu orta sahanın ortasında görevlendirilip, pivot forvetin ortaya indirdiği topları alıp ileri taşıyacaktı. Böylece sağ ve soldan içeri çapraz koşular yapan kanat oyuncuları, uzun forvetin peşinde sürüklediği defans oyuncularından kurtulup boşta kalacak, fark daha da açılacaktı.

İkinci yarı rakibin santrasıyla başladı. Rakibin kendi yarı sahasında top çevirdiği ilk beş dakikaya kimse anlam veremedi. Daha sonra orta sahadan bir oyuncu çıkarıp aldığı kısa santrforla forveti ikileyince bizimkinin yüzünde gülücükler açtı. Rakip beklenen hamleyi yapmıştı. Artık gerisi kanat oyuncularının bitiriciliğiyle ilgiliydi.

Bir yanlışlık vardı işte. Kısa forvet oyuncusu ileride oynuyor olmasına rağmen topa dokunmuyordu. 3lü ve ağır defansın arasında oradan oraya koşturarak herkesi peşinden sürüklüyor; yetenekli ama Allah’tan ağır uzun forvet ise pozisyonları zamanında değerlendiremiyordu. Bizimkisi havalara girdi; yorulan beklerden birini çıkarıp yerine yedeğini aldı. Bu değişiklik bir zaruretten çok bir kendine güven gösterisiydi. Taktik saat gibi işliyor, rakip de engel olamıyordu. 70 dakika geride kalmıştı.

Dakikalar 72yi gösterirken rakip klasik bir hamle yaptı; defansın göbeğinden bir adam alıp yerine orta saha oyuncusu aldı. Çok da dikkate alınacak bir hamle değildi. Lakin baskı artmış, oyuncular da rehavete kapıldığından kalede çok fazla pozisyon verilmeye başlanmıştı. 75’te olan oldu, rakip kullandığı korner atışında golle tanıştı, beraberlik geldi. Bizimkinin içindeki özgüvenin yerini bir anda telaş aldı; kafasında emin olduğu işe yarar bir sürü taktik vardı ama hangisini seçeceğini bilemiyordu. Bir anda değişti tüm işler. Rakip forvet o kadar emindi ki galibiyetten, topu kaleden çıkarıp santraya kadar götürdü, üşenmedi.

Hakem maçı tekrar başlattı. Takım kendinde değildi, başıboş hale gelmişti bir anda. Rakibin savunmada verdiği açıkları değerlendiremiyor, tamamen rakibin kontolünde ilerleyen satranç gibi bir hale gelen oyunda figüranlıktan öteye gidemiyordu. Rakip açık veriyor gibi gibi görünse de bizimkinin verdiği anlık ve yanlış kararları değerlendirip iyiden iyiye baskı kuruyordu. İkinci gol gecikmedi böylece. Henüz birkaç dakika geçmişti ki rakip elini kolunu sallayarak ceza sahasına girdi ve ikinci golü buldu. Dağılmıştı ev sahibi. Hoca suçu kendinde bulamıyordu; taktiği yıkılmazdı, lakin rakip yenilmez bir rakipti. Yapılabilecek fazla bir şey yoktu. Farkın açılmasını önlemek için hücum oyuncusunu çıkarıp bir defans aldı. Yine de kontrol artık gitmişti bir kere. Doksan dakika dolana kadar ardı ardına geldi goller. En son tabelaya baktığında fark utanılacak boyuttaydı. Son düdük çalıp her şey bittiğinde hala eli ayağı titriyordu.

Basın mensupları dizilmişti, ilk önce ev sahibine yöneltiler soruları. Ev sahibi takımın hocasının yüzünde donuk, emin bir ifade vardı:

-“Kazanacağımızdan emindik. Zor gibi görünse de aslında oyun hep kontrolümüz altındaydı. Önümüzde daha önemli bir maç var, şu andan itibaren onu düşünüyoruz.”

Sıra bizimkine geldi. Basın mensuplarının bir kısmı salonu terketmişti bile. Bizimki ise sorulabilecek soruları düşünüyor, ne cevap vereceğini planlamaya çalışıyordu. Rakibi büyütse, kendini küçültmüş olacaktı. Bıkmıştı artık bu küçük görünen ama büyük gelen rakiplere farklı kaybedilen maçlardan. Kabul etmesi gereken ama edemediği gerçek şuydu; bu ligde işi yoktu. Farklı bir ligde daha mutlu, daha başarılı olabilirdi ama olma kistediği lig de buydu. Soru sormak için kalkan ellere boş boş bakıyor, kendisini ezen rakibe karşı söyleyecek mantıklı bir iki iğneleyici söz arıyordu ama nafile. Ve gelen ilk soru, en korktuğu soru oldu:

-“Sizce de pes etmenin vakti gelmedi mi?”

erkek olsaydın, ne demek istediğimi anlardın.

 

>İnsanın Doğasından İleri Gelen Eblehlik

>Oturduğum yerden bir felaket izlemek istiyorum. Karşımda yerle bir olan bir dünya; birbirine giren insanlar, yangınların içinde can çekişmeler, yarılan yerin içine düşmemeye çalışanlar ve daha bir sürü şey. Elimde bir paket kabak çekirdeğiyle (ay çekirdeği değil) izlemek istiyorum o manzarayı, derdim tasam olmadan, umursamadan kime ne olduğunu; başına bir şey gelmeyeceğini garanti altına aldığım bir veya birkaç insanı yanıma alarak. Tek kelime etmeden.

Hafta sonu ya, yine garip garip duyguların etkisine giriyor insan. Satürn yine uygunsuz bir pozisyonda. Burcumun ince gülü Uranüs frikik vermiş, o yüzden duygularım biraz karışık. Bu hafta yapmam gerekenleri yaparken daha dikkatli olmam gerek, zira Kutup Yıldızı’nda değişik bir hareketlenme var. Hepsinin aq. Ben cevap almak için yazdıklarımdan cevap alamıyorsam, Kutup Yıldızı’nın da anasını s.kerim; Sirius’unun da, Proxima Centauri’sinin de. Gerizekalılığın alemi yok. Papazın her gün pilav yemediğini öğrenmek için burçlara veya yıldızlara takılmanın bir manası olduğunu sanmıyorum.

İnsanın hayatında etkili olan pek çok unsur var. Benim için en etkili unsur, hayatına bir değer, bir anlam katmaya çalıştığım insanın da benim için aynı şeyi yapıyor olmasıdır. Karşılıklılık ilkesi. Değer ver – saygı veya sevgi gör. Bu benim için 2×2=4 gibi birşey. Bu gerçekleşmediği zaman dengem bozuluyor. Şimdi biraz çemürecem; okumayın istiyorsanız.

Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, dürüst olmak insanlar için tabu haline gelmiş. Kimse derdini sıkıntısını bir diğerine açmıyor. Herkes bir “ben güçlüyüm” derdinde. Dert sahibi olmak bir zaaf değil; ilk önce bunun farkına varmak lazım. İnsan tek başına bir s.kim değil. Yalzınlık demagojisi değil bu yaptığım; bir gerçekliğin tanımı. Yalnızsınızdır; kıvrım kıvrım kıvranırsınız 2 çift laf etmek için, yarım saatliğine bir arkadaş bulursunuz ve yalnızlığınızı paylaşmak için can atan insanları bşr anda unutmanıza yol açar o buluntu; bu insanın kendini tanımayışıdır. Yalnız olduğunuzu kabullenemiyorsanız yalnızlık bir ömür boyu sürer.

Güven, insanın birilerine duymaya mecbur olduğu bir histir. Güven duyacak birine sahip değilseniz (bu güvenin ne tür bir güven olduğu önemli değil, herhangi bir tür güven) ölün daha iyi. İstediğiniz seviyede olmayabilir. Yine de birine ait yapacağına emin olduğunuz bir hareket varsa ona güven duyabilirsiniz. İnsanlık olarak güven duygusundan beklediklerimiz çok fazla. Sürekli bizi düşünecek, koruyacak, sahip çıkacak, yalnız olmamıza engel olacak birini arıyoruz ama bunların tamamını bize sağlayacak biri olmadığı gerçeğini göremiyoruz. Bu ihtiyaçları karşılayacak biri var herkes için aslında. Biz o kişiyi istemiyoruz ama, öyle değil mi? Hata yapılan nokta burada. Her istediğinizi tek bir kişiden alamazsınız. İnsan, kendi karşılamak zorunda olduğu ihtiyaçları karşılayabilecek kapasitedeyse aynılarını kendisi için yapacak birini istemeye hak kazanır ancak. Yoksa koskoca bir hayatı boşuna yaşadığınızı anlamak için binlerce olumsuz tecrübe yaşamanız gerekebilir.

Siz de hayatta istediği sonuçlara ulaşamayan biri iseniz; yönteminizi değiştirin. Hayatını spontane yaşayıp her istediğini elde eden arkadaşınızı örnek aldığınız halde mutlu olamıyorsanız demek ki aynı kişi değilsiniz. Her koşulda kendini garantiye alan bir kişiyseniz ve bu güne kadar hayatınızda hiç bir sıkıntı yaşamamış bir insansanız ve bu hayattan memnun değilseniz demek ki doğru olmadığını bildiğiniz şeyleri yapmanız gerekiyor mutlu olabilmek için. Dayak yemek güzel bir şey mi? Tabii ki hayır diyebilirsiniz. Ama hayatında hiç dayak yememiş bir insan olarak oldukça geniş çaplı bir kavgada ağzınızı gözünüzü patlatacak darbeler almak; o anda olmasa bile ertesi günde inanılmaz bir sevinç oluşturuyor bünyede; bu alışkın olmamakla ilgili, daha önce tecrübe edilmeyen bir şeyi öğrenmekle ilgili bir durum.

Şimdi; belki de burada açılamadığı kişiye, söylemesi gereken çok önemli ve anlamlı şeyler olduğu halde ağzını açamayan insanlar var. Onlar ne yapmalı? Gerçekten bilemiyorum. Belki de ben o insanlardan biri olduğum için bu yazıyı yazmışımdır. Yine de şu bir gerçek; ağlamayana meme yok. Ve ne yazık ki, hayatında olmak için elinizden gelen her şeyi yaptığınız, yanıp tutuştuğunuz insan da bir başkası için aynı uğraşı veriyor olabilir.

İşte, dedim ya, kim bilir; belki de ben bu insanlardan biri olduğum için bu yazıyı yazmışımdır. Hayatında kendisini sahiplenen biri olmayaqn ve benim sahiplenmek için varımı yoğumu ortaya koyduğum biri için yazmışımdır belki. Belki de ne kadar zamandır ilgi duyduğumu unuttuğum ve aklımdan çıkarmaya çalıştığım halde çıkmayan biri için.

İnsan garip bir varlık.

 

>Lezzet Dudakları III – Gönül Kahvesi

>”Gönül Kahvesi ne aq lan?” dedim ilk gördüğümde. Kolpa geldi kulağıma (gözümle görmüştüm halbuki). Başta hiç oralı bile olmadım ama “Artık aklıma yazacak birşey gelmiyor, bari şurayı bir deneyeyim de ağzımın içine bakan milyonlarca insanı tecrübelerimle aydınlatayım” dedim. Gebze Center’ın içerisinde, hiç göze çarpmayan kıyıda köşede bir yer bir kere; spoiler vereyim, göze çarpmayan bir yerde olması çok iyi olmuş.

Böyle hem geleneksel takılan, aynı zamanda da 60lardan 70lerden müzikler çalan bir yer. Sevmem. İçim bayıldı. Tıfıl dönem bir Sezen Aksu şarkısıyla başladı, sonra “Anlamazdın, anlamaaaaazzzdıııın” diye giriverdi “Olamaz, hayır!” dedim içimden. Ardından da bir “Yalnızım ben, çok yaaaalnızııııımmm!” gelince, masanın camını kırıp bileklerimi kesecektim. Birkaç şarkı daha geçtikten sonra garson geldi titreyerek. Menü alabilir miyiz diye sorduğumuzda korkudan bayılmak üzereydi. Gitti getirdi hemen. Hala korkuyordu. Ürkekliği dışarıdan çok sevimli görünüyordu, bir yavru ceylan gibiydi. Göz göze geldik bir an. Gözlerinde bir ışık gördüm. O da istiyordu. Birden üzerimizdekileri çıkarmaya başl

ÖHm

Yeni işe girmiş tıfıl bir garson vardı orada, masamızı bulması şöyle bir 15 dakika falan sürdü. Biz de o arada kıçımızın dibinde bu mantar başlı ısıtıcılardan olmasına rağmen tiril tiril titriyoruz; zira yakmamışlar onu. Neyse efenim, masanın altına saçılmış broşürlerden üzerinde “Gönül Kahvesi” yazanını aldı Turgay, çocuğa doğru tutarak “Bu menü mü değil mi?” dedi. Çocuk böyle bir silkindi ki, aklım çıktı. “Efendim abi efendim anlamadım ben evet” gibi birşeyler mırıldandı. Turgay sabırla tekrar etti. Çocuğun anakartı yandı o anda, ağzının kenarından akan ufak salya damlasını gördüm ve hızır gibi yetiştim: “Biz birer menü alalım.” Ardına bakmadan kaçtı eleman. Turgay’a da ağzının payını verdim; “Lan” dedim. “Çocuğa menü istiyoruz desene. Eğer elindeki ise menü ‘E elinde ya abi’ der, sen de onun menü olup olmadığını anlarsın” dedim. Turgay da anlayamadı bunu hemen. Bi’şey diyecekti ki çocuk elinde 3 tane menüyle geldi. Mustafa Kemal Paşa’ya Kazım Karabekir’den telgraf getirmiş asker gibi hazırola geçti yanıbaşımızda. Pırıl pırıl bir Türk genci. Zeki, çevik, ahlaklı ama işte biraz tembel. Zeki ama çalışmıyor. Neyse; Turgay moka istedi, Ali Ceylan da ilk isteyenle aynı içeceği sipariş etme hastalığı olanlardan biri olduğu için papağan gibi tekrarladı. Şimdi ben de aslında mocha içmek istiyordum, 3 tane moka sipariş etmek ayıp olur dedim. Evet, mantıklı değil ama bir kişi farklı olmalı. O da ben olmalıyım. “Makiyato istiyorum, fındıklı olsun” dedim. Yine silkindi bu. Allah Allaaah, neden yahu? Aldı bir menüyü, baktı. Fındıklı olduğunu teyit ettikten sonra gitti.

Mevsimler geçti. Kirazlar çiçek açtı. Komşunun kızı önce liseyi, sonra üniversiteyi bitirip doktor oldu. Siparişlerse hala gelmemişti. Kalkıp gidecektik ki “Tamam, bunlar kıvama geldi” dercesine umursamaz tavırlı, atarlı, giderli bir garson geldi. Hiç suratımıza bile bakmadan “Arkadaş siparişi alamamış, evet ne alıyoruz” diye sordu. İçimden “E madem beraber içecez sen karar ver” demek geldi bir an. Turgay ise sinirle “O zaman menüyü bir daha alalım” dedi ve ben cümlelerin yükleminin niçin sürekli “almak” olduğu konusuna takıldım, rahatsız hissettim. Tam adam gidiyordu ki derin düşüncelerimden uyandım ve “İki moka, bir de fındıklı makiyato!” diye haykırdım. Herif şimşek gibi döndü, bileğinin üst tarafında bulunan süper teknolojik zımbırtıyı yüzüne doğru getirdi ve kapağını şlak diye açtı; bu kez de ben silkindim vahşi bir eşşek gibi. Bir düğmeye basıp, bileğindeki makineden çıkan lazerle ortadan ikiye bölecekmiş gibi geldi beni bir an. Aynı anda da yanmayan sobaları, etraftaki hasırları ve çalan paleozoik çağ müziklerini düşünüp “Ama bu teknoloji? Ama bu tezat?” diye geçirdim içimden. “Bir daha alayım” dedi. NİYE SÜREKLİ ALIYORUZ? “İki moka” dedim. “Hmm. Coffee mocha” dedi. Uyuz oldum. “Bir de fındıklı makiyato” dedim. “Latte macchiato o.” dedi istifini bozmadan. Turgay bir kolumdan, Ali Ceylan diğer kolumdan tuttu, “Yapma” dediler. “Olay çıkarma, değmez” dediler. Laf dinledim. Ulan, menüde başka moka, başka fındıklı makiyato mu var, artis! Ama o arkasına bile bakmadan gitti. Yüzümüze bakma gereği bile duymadan, bir kez olsun. Aşağılanmış hissettim.

Yaklaşık bir 15 dakika sonra elinde bir adet fincanla geldi. “Herhalde makiyato erken geldi” diye düşünürken “Moka” dedi soru tonlamasıyla ve moka sipariş etmiş olan kişilerden birini seçip önüne koydu fincanı cevap beklemeden. Aynı anda iki moka üretme kapasitesine sahip bir mekan değilmiş yani. Birkaç dakika sonra diğeri geldi. Ondan birkaç dakika sonra da makiyato geldi. Mokanın çok özel olduğunu söyleyebilirim; gördüğüm en güzel örümcek ağı desenine sahipti. İçenlerin dediğine göre içtikleri en güzel moka değilmiş, bilemem. Makiyato için şunu söyleyebilirim; ben kahveden anlamam, makiyato belki daha önce içmişimdir ama “Al bak bu mıhlama” deyip önüme makiyato koysan “Evet çok güzel bir mıhlama olmuş elinize sağlık” derim. Makiyato eğer burada içtiğimse, bir daha içmeyeceğim demektir. Yine de yanlış bir şeyler var herhalde. Sanırım kahve yerine şeker, şeker yerine kahve, fındık yerine de vanilya koymuşlar. Hayatımda bu kadar kısa sürede bu kadar şeker girmemişti bünyeme. “Sobayı yakabilir miyiz?” diye sordu Turgay, tavırlı genç ise “Elektirik kablosu döşenmedi daha bu tarafa, o yüzden yakamıyoruz” dedi. Sanki belediye döşüyor elektrik hattını. Ben o anda anladım ki, Ayrılmak anı gelmişti bu mekandan; başlarım böyle işin anasından avradından.

Çarşıya doğru yürürken mideme giren yoğun şeker ve kahveden mütevellit bağırsaklarım buruldu afedersiniz. Biri karnıma kazara çarpsa oracıkta cart diye altıma s.çardım. Direndim. Önce Turgay, sonra Ali Ceylan evine gitti. Bense mutsuz bir şekilde eve dönüyordum ki bir baktım Meydan Pilsen şıkır şıkır duruyordu karşımda. Meydan’daki iki votkanın kat kat fazlası evde devam etti, ben dağıldım falan filan. Ama dün akşamdan beri hiçbir ayrıntısını unutmadım Gönül Kahvesi’nin. Vazgeç, gönül.

 

>İçe Dönük Bir Arayış: Kıl Dönmesi – Part VIII

>NELER OLUYOR?

Maalesef bunun başka bir tanımı yok; durduk yere insanın .mına koyan durumlar yaşadım bugün, veyahut ossuruktan nem kapma anlamında bayağı bir yol katetmişim. Dünden beri böyle; mallaşmak, moralman çökmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyorum. Boş mezar bulsa içine girer derler ya; ben aramıyorum, yolumun üstünde boş mezardan başka bir şey yok aq.

Dün akşamdan başlayayım. Uzun zamandır görülmeyen bir arkadaşla sohbet, ardından çalan telefon ve gecenin sonunda içme ihtimalinin doğması öyle bir sevinç verdi ki; böyle kız gibi, i.ne gibi kırıta kırıta falan dolaşmışım gibi hissettim. Gebze ulan burası, dikkatli olmak lazım. Sakal makal kurtarmaz insanı. Neyse işte; birini yolcu edip diğeriyle buluştuk derken araçla gelmiş Emre. Arabaya bindik, Süleyman’ı aldık, Zekeriya’yı aldık. Oh oh bir gülüşmeler (gülüşmeler) bağırışlar, yeşil yanınca hareket etmeyen arabanın şöförüne küfürler falan derken bi’şey oldu. Tam biz yolun karanlık bir yerinde giderken sol taraftan bir kedi atladı yola, geçti önümüzden, sağ taraftan devam etti ve kayboldu. Ezmedik lan ezmedik. Ama bana bi’şeyler oldu. “Ulan” dedim; “aynı belgesellerdeki gibi. Hayvan bişeyin peşinden koşuyo, şehrin ortasındayız. Yahu bu hayvan şehirde yaşamak için mi yaratılmış? Şu koşuşa bak Allah’ım” falan bende kayış koptu. Nereden baksan bi 2 saat mala bağladım. N’oluyor lan? Ne demek oluyor bu şimdi? Hayır, ara sıra olur böyle rahatsızlıklar bende ama bu derecede anlamsızını ilk defa yaşıyorum.

Neyse, içtik işte Meydan’da. Çıktım sonra ben. Çöpün başına üşüşmüş köpeklerden bahsetmeyeceğim. Yıllardır yandaki iş hanının girişinde yatıp uyuyan ana-oğul hakkında da konuşmayacağım (oğul 40’ın üstünde, anayı düşünün artık). Çöpçü gördüm. Baktım; adam 40-45 yaşlarında. Öyle bir saldırıyor ki süpürgesiyle yerlere; asfaltı aşındırdı yani o derece. Dur durak yok. Curling oynuyor mübarek. Yanında geçtim, kolay gelsin dedim. Önce “Eyvallah” dedi. Sonra “Sağolasın” dedi, arkasından bir de “Allah razı olsun abi” dedi. ABİ! Yahu kafayı yiyecem, yeni içmişiz zaten tribe soktu beni. Bilmem kaç sene önce hayal kurduğunda çöpçü olmayı mı hayal ediyordu bu adam? O kadar aşağıda hissediyor ki şu an kendini babam yaşında adam bana abi diyor. Bir yandan da asılıyor süpürgeye; normalde bir bakın şu memurlara, çöpçülere, işçilere. Kaçı şevkle, coşkuyla, canhıraş bir şekilde işini yapıyor? Hiçbiri. Adamın hayali yok, emeli yok. Emekli olmaya çalışıyor. Lakin bu adam yerleri kazıyor süpürgesiyle! Demek ki bir hedefi var adamın ama ney o ney? Delirecem! Allah’tan LigTV merakım daha ağır bastı da ligin değeriyle ilgili bişeyler yazdım, kurtuldum bilinçaltımda.

Akşam saat 5 sıraları. Bir anne ve kız girdi dükkandan içeri. “Oha” dedim ilk önce, “Lise üniformalı kızda bu bira göbeği ne arıyor?”. Anne bakışlarını kaçırıyor benden. Kız desen sağa sola her şeye atlıyor. “Aaa, anne bak bu ne şirin, bak bu ne güzel!” Anne kızını çekiştirip duruyor. “Hadi bir an evvel ne alacaksan al gidelim” diyor. Neden? Baksın işte kız! Sonra daha bir odaklanıyor insan şaşkınlığının nedenine. O nasıl bir göbek? Ve diyorsun ki kendi kendine: Kollar incecik, bacaklar incecik (illa cinsel anlamda süzmez bir erkek bir kızı); yüz desen zayıf. Bu kız hamile! Anne çekiştiriyor kolundan kızı. Kız ise direniyor Sponge Bob kalemi almak için! En fazla 6 ay sonra anne olacak o kız! Liseye gidiyor! İstediği ise Sponge Bob kalemi! Ben vereyim aq! Daha çocuk o ne isteyecekti ki! Nasıl bir yer burası? Nasıl bir ortam? Nasıl bir ülkede yaşıyoruz?

Saatler 18:34’ü gösterdiği anda bir kadın giriyor yine dükkandan içeri. Ellerinde torbalar; “Bir mendil al” diyor. Yemin ederim, gitsin diye 1TL uzattım; daha yarım saat evvel Erzurum’daki cami için yardım isteyen adama göstermediğim inceliği gösterdim. Hay vermez olaydım o ! TL’yi. Kardeşim o nasıl bir dua. Yarım saat sürdü. Bir tane kağıt mendil aldım, 1 TL para verdim; ne için bu kadar dua? Git diye aldım o mendili! Bir an evvel git diye! Bu kadar küçük düştüğümü, bu kadar or.spu çocuğu hissettiğimi hatırlamıyorum. Allah belamı versin benim; keşke içimden geldiği için alsaydım o mendili.

2 günün içine ancak bu şekilde s.çılabilir. Sonrasında gidilen Gebze Center’mış, Gönül Kahvesi’ymiş (başka bir yazının konusu) s.kimde değil şu an. Allah benim belamı versin; ben hayattan zerre kadar zevk almıyorum; bu insanlar nasıl yaşıyor? Sen ölme e mi? Kısa kestim ki rehin almayayım diye; senin derdin dert falan değil. Kendi kıymetini bilmemek bir yana; başkalarının sana gösterdiği kıymete hürmet göster bari! Canının değerini bil! Ölme sen!

Normal bir saatte uyuyamayacak mıyım?

Lanet olsun içimdeki insan sevgisine…

 

>Let’s Kick Raşitizm Out Of Football!

>”Lincoln” diye inliyordu tribünler ama adam top oynamıyordu. Yaptığı en beğenilen hareketi hatırlıyor musunuz? Volkan’la kavga edişi. Adam ondan sonra iyice tribünlerin sevgilisi oldu, altına yattı bütün Ali Sami Yen’in. Akıllarda ise en teknik hareket olarak bilmemkaç fark atılan Hacettepe maçının tüm golleri atıldıktan sonra 2-3 kişiye attığı aşağılayıcı çalımlar kaldı. Bir de Erdoğan Arıca’nın sitemleri.

Abdürrahim Albayrak ne güzel demiş; “Brezilyalıların aldığı para haramdır” demiş. Çok saf ama yerinde bir açıklama. Yıllarca CM-FM ekolünde yetişmiş bir insan olarak şunu eklemek istiyorum: Arsenal’inden Inter’ine, Valencia’sından Manchester United’ına kadar tüm kulüpler CM-FM kanalıyla oyuncu bulurken, niçin bizim kulüpler 2. sınıf dünya yıldızlarına eşoğleşşek yüküyle para veriyor? Neden takımlarımızda birer tane yıldız varken tarih yazıyorduk da, şimdi her takımda ikişer üçer yıldız varken babayı alıyoruz?

Fenerbahçelilere laf anlatmak zor, onları dışarıda bırakalım. Beşiktaş’ı da Beşiktaşlılar düşünsün. Fenerbahçe her transfer sezonunun en çok para harcayan kulübü olur zaten, hep hüsran hep hüsran. Beşiktaş desen, zaten başkan odaklı; her başkan kulübü kendine muhtaç bırakmak için elinden geleni yapıyor. Yoksa flaş transfer falan hikaye. Dostlar alışverite görsün. Galatasaray olacak takım, ben kendimi bildim bileli krizde arkadaş. 4 yıl üst üste şampiyon olundu, yerliler sürekli “Paramızı alamıyoruz, alsak da geç – eksik alıyoruz” diye isyan etti. UEFA Kupası alındı, ödül bir yana, borçlu çıktı kulüp karaborsa bilet satmak yüzünden. Ertesi sezon Şampiyonlar Ligi’nde yarı final gördük; sonra elde ne kadar adam varsa bedavaya kaybettik hepsini; para yoktu sözleşme yapacak. Apartman dairesine fit olan Lucescu’yu da kovduk.

Türkiye Süper Ligi, şu an dünyada canlı yayın bedeli olarak dünyanın en değerli 5-6 ligi arasında. Türkiye’nin üç büyüklerine bak; ilk üçte bir tek Fenerbahçe var, onu da taraftarları bile hayretle karşılıyor. 2008’de şampiyon olan Galatasaray şu an ligde 10. sırada. Quaresma’lı Guti’li Beşiktaş 5inci. Geçen yılın şampiyonu Bursaspor’un forveti Sercan (75 maç, 20 gol: pozisyon forvet. Hadi bakalım) Şampiyonlar Ligi’nin prestij maçında gol attı diye sevinçten kıçını yırttı. Ligin lideri Trabzonspor’da forma sattırmak amacıyla alınmış o dünya yıldızlarından bir tane bile yok. Ligin 4.sü Kayserispor 16 maçta 20 gol atabilmiş. 6. Karabükspor ikinci ligden yeni çıktı. Forveti de her maçta gol atan 23 yaşındaki, bir kez bile milli olmamış Nijeryalı Emenike. Biz de bu ligdeki herhangi bir kulüpten Avrupa’da başarı bekliyoruz.

Bu ülkede futbolun altyapısı oluşmadan bir pazar haline getirildi. Yıldız alıp forma satmaya çalışmalar, süpersonik hocalar getirip transferi hocaya sormamalar falan. Yahu Rijkaard, Mustafa Sarp gibi bir adamı almak ister mi? Tabata’yı kim ne yapsın? 28 yaşındaki Güiza, tek forvet oynadığı orta sıra takımı Mallorca’nın bir sezonda attığı gollerin yarısını attı diye 30 milyon Avro gözden çıkarılıp alınır mı? Pazarlamayı futbolun önüne koyarsanız babayı alırsınız. Barcelona eşşek gibi, hayvan gibi para kazanıyor. Kimi aldı yıldız diye? Geçen sezon İbrahimovic: Karşılığında Eto’o’yu verdiler, bir de 40 milyon Avro. Ayıp olmasın diye; yoksa transfer yapmayacaklardı bile. Bu sezon? David Villa. 40 milyon Avro. Bizim takımlar her sezon harcıyor o parayı; bir sonuç var mı? Yok. Koskoca Barcelona’nın geri kalan oyuncuları? Xavi, Iniesta, Messi, Valdes, Pique, Puyol, Pedro, Bojan… Altyapı hepsi. Galatasaray ise altyapıdan oyuncu yetiştiriyor ki takasta kullanabilsin. Çağlar geldi, hoş geldi. 5 adam verdik karşılığında. Sonuç: Çağlar ilk maçına 15. haftada çıktı.

Sonuç olarak, ben bunları niye yazdım: Bir futbol ekolümüz olsun olmasın (ki yok), takımlarımızın bir oyun stili var. Fenerbahçe yıllar yılı topa sahip olup, teknik oyuncularla yerden oynamayı ilke edinmiş bir takım. Brezilyalılardan verim alabilen belki tek Türk takımı. Galatasaray desen; sürekli ileri doğru oynayan, fizik gücü yüksek, kanat oyunu oynayan bir takım. Beşiktaş da genelde bir veya iki kişi üzerine sistem kurar, rakibe göre o kişileri ya yem, ya koz olarak kullanır. Allah aşkına, şu takımların bir geçmişine bakın; hep böyleydi. Fenerbahçe gitti Anelka aldı, n’oldu? Sktir oldu gitti. Güiza? Keşke sktir olup gitse. Gol kralı Semih? Yedek. En iyisi kim Fenerbahçe’nin? Agresif, katil, canavar Lugano. Beşiktaş. Geçen yıl Guti, Quaresma mı vardı? Yoktu. Kim iyi oynadı? Dümdüz, kütür kütür bir adam olan Ernst. Pekiii, bu sezon bir tek Quaresma sakatlandı diye, Real Madrid’i çalıştırmış hocanın başında olduğu takım dağılmadı mı? Bir de Galatasaray: Lincoln geldi, bir ske yaramadı. Yolladık. Akıllandık mı? Ne münasebet! Elano aldık. Ne işe yaradı? G.tümüzde patladı herif. Şu an tribünler kimin ismini haykırıyor? Lorik Cana! E be kardeşim, anlayamadınız mı? Türkiye’ye Brezilyalı gelecekse, Fenerbahçe’ye gelsin! Galatasaray, ulan Galatasaray; yabancı mı alacaksın? Lan doldurun takımı Sırpla, Hırvatla, Arnavutla! Bir tane daha yıldız alırsanız Allah belanızı versin. Ulan veriyorsunuz garanti parayı herife, oynar mı be!

 

>Fortress Of Solitude – II

>SoloCharla * * aklıma soktu, bahset demişti geçenlerde. Konusu bir başkasıyla da açılınca dayanamadım. Ya ne kadar çok şey söylenebiliyor konu hakkında, şaşırıyorum. Her gün daha değişik bir hali canlanıyor gözümün önünde. Bu değişik bir şey, bir anda büyüyüp bir anda küçülüyor, atıyor böyle baş zonklaması gibi. Küt diye vuruyor beyninin ta ortasındaki damara, sonra sakinliyor.

Sevgili Solo, yalnızlık demenin öyle “Aman evde kimse yok, ışığı kapatmaya korkuyorum” gibi bir konu olmadığını söylemiştim. Belki de öyledir, belki de çok ukalayımdır bilemem. Bana göre öyle değil. Mesela şu an evde her derdime derman olabilecek türde 3 kişi var. Ama hiç de öyle sosyal bir ortam olduğunu söyleyemeyeceğim. Yalnızlık alışkanlık yapan bir şey. Benim, senin ve bize benzeyenlerin kanına karıştıktan sonra artık bir daha eskisi gibi olamayacağımız bir bileşen. Aynı yerde yarım saatten fazla kalamamak, delicesine görmek istediğin kişiyi 15 dakika gördükten sonra ekmek için binlerce bahane aramak veya sadece yalnız kalabilmek adına insanları kırmak; ardından da ışığı ve perdeleri kapatıp, odanın en kuytu yerine oturup ne kadar da yalnız olduğunu düşünmek; bu yalnızlık. Yalnızlığa mahkum olmak, yenilmek, kendini kaptırmak.

Bir hastalık olarak kapılan bu yalnızlık aslında bir virüs. Daha önce güven, ilgi, takdir alanlarının tamamında tadılan başarısızlık ve ortaya çıkan sonucun utanç olarak değerlendirilmesi. Yalnızlık, kendine güvensizlikten doğar. Bu yanlış değil, bunun aksini kesinlikle kanıtlayamazsın veya başka bir şey olduğunu iddia edemezsin. Bu tür bir yalnızlık eğer bünyede mevcutsa, insanın kendisini zorla inandırdığı ve başkalarını da inandırmaya çalıştığı bir özgüven tiyatrosuna dönüşürüyor. Bu oyunda iki tarafı birden inandıramıyorsunuz, ve bu oyunu oynamaya mecbur hissediyor insan. Bunda da başarısız olunur ve pes edilirse; oyun oynamayı bırakırsa kişi, bunun yerine neyi koyacağını bilemiyor çünkü. Unutuluyor bir yerden sonra insanı yalnızlığa iten neden; kişi kendisini bu yalnızlığa iten kişilerden biri hariç diğerlerini unutuyor. Takıntı haline getiriyor o seçtiği kişiyi; hastalığın en çekilmez yanı da bu oluyor. Bir yandan nefret duyup tüm suçları ona yüklerken, diğer yandan da onun da haklı olabileceği düşüncesine kapılıyor zayıf anlarında. Şunu da tekrar ediyor sık sık, kendini iyice kötü hissetmek için: “Ben bu kadar düşünüp konuşurken, o ne yapıyor farkında mısın?” Yalnızlık virüsü varsa insanda, sürekli içinde bulunduğu olumsuz ruh halini daha da olumsuz hale getirecek hareketlerde bulunuyor.

Bir diğer saçma yanı bu yalnızlığın, insanı güçlendirdiği düşüncesi. Bir yerde güçlendirir; tek insanın tek başına yapması gereken şeyleri yapmak konusunda tecrübe edindirir. Yargılanmama ve rahatsız edilmeme gibi artıları vardır ama yalnızlığın tek bir yan etkisiz faydası varsa, o da insanı sosyal olacağı ana hazırlaması; daha dolu, verimli, istediğini alabilecek hale getirmesidir. Yalnızlığın eksileri ise saymakla bitmeyeceği gibi, en önemlileri içine kapanma, agresifleşme ve saklanmadır. Bu üçünün içinde de saklanmak en ciddi sorundur; insanın kendisini yalnızlaştırmasının nedeni değersiz görüldüğü hissidir her zaman. Temeline inildiğinde çıkan şey mutlaka budur. Herkese karşı ayrı ayrı olumsuz düşünceler üretmeye mecbur bırakır insanı. Güvensizliğin ortaya çıktığı nokta da burası. Güven algısını yıkan kişiye duyduğu öfke, karşısına çıkan en ilgili kişinin ilgisini suistimal etme ihtiyacı hissettirir kişiye. Yorar, bezdirir, yıpratır iki kişiyi de. Hele ki ilgiyi gösteren kişi, daha önce o güveni paramparça eden kişi ise (ki bu şans insanın milyonda bir eline geçer); ne kadar iyi niyetli olmaya çabalanırsa çabalansın, bilinç altının kontrol ettiği bir intikam operasyonuna döner ilişki. Yine de insanın ruhunu temizlemez; intikam alan kişi, başkasının kendisine yaptığında hoşlanmadığı bir şeyi yapmıştır, kendi kurallarını çiğnemiştir ve eskisi gibi olamaz kendi gözünde. Bu yüzden sana tavsiyem Solo; intikam alacak şansı bulduğunda onu görmezden gelmen olacaktır.


A: Yalnızlık iyidir
:

Kafa şişmez. Hayalkırıklığı olmaz. İnatla ilgi çekmek isteyenleri görmezden gelmek, gururlarıyla oynamak; ego için besleyiciliği en yüksek yiyecektir. Kendi kişiliğini oluşturmuş, kendine has özellikleri olan bir insan gibi hissettirir. Kişi kendi özelliklerinin farkına varır. İlginin karşılığını vermek zayıflıktır; piç olmak, yıkan olmak, besin zincirinin en tepesinde tek başına durmak; ulaşılmaz olmak ve en değerli av olmak hissini verir.

B: Yalnızlık kötüdür:

Çünkü yalnız kalmak aslında sadece bir ihtiyaçtır; sosyal olmak ise bir ihtiyaç değil bir zorunluluktur. Yalnız birey güçlü birey falan değildir; yalnız birey kendini güçlü olduğuna inandıran bireydir. Yalnızım diye ağlamaz, şikayet etmez. Yalnız kişiden farklı olarak yalnız olmayan kişi; topluluk içerisinde (ki bu topluluk iki kişiden de oluşuyor olabilir) ne gibi özelliklerini ortaya çıkarabileceğinin farkına varmış olan kişidir; yalnız olan kişi bu özelliklerini asla öğrenemez. Yalnızın yanılgısı da burada ortaya çıkar; yalnızlık değil, yalnızlığa engel olmaktır insanı hayal kırıklığından uzak tutan. Yalnız kişinin gözleri, kendi kafasına sabitlediği gözlükleri çıkarmadan ilgiyi, sevgiyi göremez. Yalnız kişiye de bunları göstermeye çalışan çok fazla kişi çıkmayacaktır. Bu gözlükleri çıkarmak çok zor; Tom Creo olursun; Izzy senin çabanın değerini anlamaz, gereksiz bulur. “Don’t worry…everything is alright…” dediğinde sen başka yerdesindir, o başka yerde. Binbaşı Tom olursun; başkalarına fayda sağlamak için kendini harcarsın. Ve tüm bunları beceremediğini düşündüğün anda seni saçma sapan işler yapmaya sürükler yalnızlık. Aman.

O kadar öznel yazdım ki; ben bile ne demek istediğimi anlayamadım Solo. Yine aynı şekilde öznel belirtecek olursam, yalnızlık; Akon‘dan, Nana‘dan nasihat alınacak kadar sulu, yavşak bir konu değildir. Yalnızlık; Space Oddity‘dir, Go‘dur. Joe Satriani‘den, Chris Rea‘dan, Chris Cornell‘dan dinlenir. Sen de bir şeyler yaz madem; karpuz kabukları hakkında. Bu da benim siparişim olsun.

 

>Kış, Kar ve Bişeyler Daha

>Kış resmi olarak kafamıza vurmaya başladı, geç oldu ama olsun. Eşşoğlueşşek Yanardağı patladığından beri bir şeyler ters gidiyor gibiydi; yazla sonbahar sıcak olacak bu yıl derken eşşek yüküyle yağmur yağdı, çok da güzel iyi oldu. Yalnız; kış kişiliksiz bir mevsimdir derken bundan bahsediyordum işte: 48 saatten kısa bir süre önce hava 18 dereceydi. Tişörtle çıkmıştım dışarı. Hoş, yine tişörtle çıkıyorum ama bokum donuyor şu anda.

Kış aylarının resmi içeceği sahlep kafelerde best seller olmaya, palto-kalın pantolon-bot-bere dörtlüsünden oluşan üniformalar herkesin üzerinde göze çarpmaya başladı. Ben de kış ile ilgili bildiklerimi ve bilmediklerimi bir gözden geçireyim hemen şuracıkta:

Kar tanesi var ya hani “kar kristali” olarak geçiyormuş literatürde. Heh, işte onların hiçbiri aynı şekilde olmuyormuş. Tamam, hepsi altıgen ama içlerindeki şekilleri aynı olan 2 kar tanesi bile yağmamış dünya kar tarihinde. Sonra; bu kar taneleri yere inerken birbirlerine hiiiç değmiyorlarmış. İtiyorlarmış birbirlerini. -4 ila -20 derece arasında sıcaklıklarda yağıyormuş. Lapa lapa yağan kar için havanın çok soğuk olmaması gerekiyormuş; -4 ile -8 arası gibi. Kar toprağa yağdığında toprağın donmasını önlüyormuş, üstte kalan kar kaç derece sıcaklıkta olursa olsun, alt kısmı tam 0 derece olarak muhafaza ediliyormuş.

Şimdi de benim bildiklerimi anlatayım. Eğer çok sinirli, g.tünüzden alev çıkaracak derecede öfkeliyseniz üstünüzü giyinmeden karda dolaşın. “Ananı s.kiyim bu nasıl soğuk?!” derken insanın aklından uçup gidiyor her şey. Kızgınlıkla ilgili bir neden yoksa da sadece karın tadını çıkarayım diyorsanız sıkı sıkı giyinip dışarı çıkın ama başınızı kapatmayın. İnsanın tepesine kafasına çat çut indikçe kar taneleri acayip hoşuna gidiyor.

Öküz gibi yağıyor yağmur şu an. Nah böyle at kestanesi gibi kocaman kocaman. Karı izlemenin zevki çok farklı (wife manasındaki değil, snow manasındaki). Artislik desinler, kunillik desinler; kış mevsimine en iyi giden müzik türü klasik müzik. Bak şimdi açmış bulundum Sibelius – Finlandia çalıyor. Mesaj melodisi yapmıştım vaktiyle. Kocaman kocaman ama yavaş yağarken kar; bir açın siz de dinleyin. Ha, yanlış anlaşılmasın; gerer insanı. Sonlarına doğru bir kış müziği konseptinin dışına çıkar besteleniş amacından dolayı; oraları dinlemenize gerek yok. İçinizi karartır ama zaten kış da böyle bir mevsim. Aferin ona. Sonra, söyleyeceğim şudur ki Vivaldi mevsimlerden falan anlamıyormuş. yine de Dört Mevsim – Kış‘ın başları tam da tipi yağarken dinlenecek türden. Biraz kulak tırmalar ama candır yine de. Orta kısımlara gelindiğinde yavaş yavaş yağan karla dinlenecek bölümler gelir. Son kısmı ise en harika bölümüdür ama kışla alakası yoktur; sonbaharda tadı çıkar onun ancak. Sir Edward Elgar – Nimrod. Güneş kar toplarken bunu dinlemek lazım. Dinlerken bile üşüyor insan. Hani kar ince ince yağar ya, irmik gibi. Yerde birikir ama yapışmaz birbirine. Sonra fuuuuuuuuu diye üfleyerekten eser rüzgar; tane tane uçurur o karları. İşte o esna için de Lacrimosa tavsiye ediyorum. Arkadaki vokalleri duyunca anlarsınız ne demek istediğimi. Son olarak da çok işlevsel bir müzik: Verdi – Requiem. Onun girişi. Yoksa kendisi çok uzun bir eser. Bu da kar yağışlarının en zevklisi olan hem hayvan gibi büyük, hem de sağdan soldan savrula savrula yağan kar için.

Kış ayının kişiliksizliği insanlarda ya da en azından bende (insan olduğumu düşünüyorum) kişilik bozukluğuna yol açıyor. Aslında çok konuşan geveze biriyken ağzını bıçak açmıyor insanın. Konuşacak, anlatacak ne kadar çok şeyiniz olursa olsun içinizden konuşmaya başlıyorsunuz. Kar topluyorsunuz yani. Sonra “Akşam olsun, bir kahve içip şöyle etraflıca bir düşüneyim olan biteni” dediğinizde biri karşınıza çıkıyor, bir muhabbet bir muhabbet. Lapa lapa yağmaya başlıyorsunuz. Birden kesiliyor konuşma, “Eh seni fazla tutmayayım”lar, “Hava da soğuk, erken gidelim eve”ler falan böyle haddinden fazla bir düşüncelilik. Sonra depresyona devam kaldığın yerden. Aramak isteyip etrafınızdaki insanları; eliniz telefona gittiği anda “Yok ya aramayayım en iyisi. Bıktırmayayım kendimden” gibi baştan aşağı saçma ama engel olunamayacak kadar kuvvetli ruh dengesizlikleri yaşayabiliyor insan bu mevsimde ve eğer kendinizi bir kış insanı olarak görüyorsanız bu ve buna benzer kişilik bozuklukları 4 mevsime yayılıyor. Şimdi düşünüyorum da, daha 2 hafta evvel bu konuyu konuşmuştuk arkadaşlarımdan biriyle; demek ki o da kış insanıymış.

Kış aylarındaki bu suskunluk isteği İskandinav filmlerine benziyor. Bomboş, hiç de çekici olmayan manzaraya bakan maksimum iki kişi; yarım saat boyunca ekranda aynı kare. Artık isyan edesi geliyor insanın “LAAAAAAAANNN YETER BİRİNİZ BİŞEY SÖYLESİN ARTIK!” deyip ekrana kolumu sokmak istiyorum. Her kış hak veriyorum adamlara. Kışın olayı bu çünkü. Öyle boş boş dışarıyı seyrediyorum. Kafada binbir tane adam vır vır vır konuşuyor, bense mala bağlamışım. Rakı içmiş gibi “Lan neden yaşıyoruz, nereye gidecek bu işlerin sonu?” soruları uçuyor beynimde. İşte diyorum ya, yılın her gününe yayılıyor sonra. O yüzden diyorum ki ben bazen bu kuzeyli ve kuzeyliye benzer filimlerdeki suskun, zavallı, ezik, bezgin, sıkıcı, mal, boşa kürek çeken, rahatsız adamlara benzetiyorum kendimi. Sessizlik‘deki içinden geçenleri dile getirememekten verem olmuş Ester, Yol‘daki olmayacak bir işin peşinden oğluyla beraber koşturan “adam”, 7 Samuray‘daki suskun ve sürekli kendine verilen görevi karşılık beklemeden istenilenden daha iyi yapan idealist Kyuzo, Fountain‘daki inatla çevresindekileri dinlemeden çevresindekiler için birşeyler yapmaya çalışan Tom, vs vs.

Şu anda tam Finlandia’lık yağıyor kar. Az sonra E-5teki trafiği kontrol etme imkanı bulacağım. Eğer bir terslik varsa ben bildiririm buradan. Ya da bildirmem. Bilemiyorum. Rahatsız etmeyeyim şimdi.

Izzy?

 

>Aq!

>
Aq kedisi öyle bir anırıyor ki evin kapısında, sanki canlı canlı pişiriyorlar hayvanı. Dayanamıyorum şu sese, hiçbir şeye dayanamıyorum zaten ama şu kedi ciyaklaması yok mu; katil eder insanı. Gitmiş mal suyun içine oturmuş titreye titreye haykırıyor. Kedisin ulan, bi kuytu bi sığınak bulamadın mı? Yok aq. Ben bulacam. Biliyor pezevenk. Gittim yine kutulardan kestim biçtim bi yuva yaptım buna. Aq, müteahhit oldum aq hayvanları yüzünden.

Evet; cinnet dolu, öfke dolu bir haftasonunda yine birlikteyiz. Bana neler olduğunu soran ve ne olduğunu bilmeden nasihat veren onlarca kişiyi kılıçtan geçirdiğim rüyalarla bezeli kesik kesik ve kısa uykucuklar; oturmadan geçen uzun saatler, bacak ağrıları ve etrafa içten veya dıştan edilen küfürlerle geçecek 48 saat. Sağa sola telaşla koşturacağım, sinirlerimi kontrol edemeyeceğim bu 48 saatte suyuma gidilmesi, reflekslerimin altında kişiye özel nedenler aranmaması önemle rica olunur; çünkü gerçekten elimden bir kaza çıkabilir uyarıyorum.

Ne olduğunu sorma bak .mına koyacam en sonunda; ben de bilmiyorum aq lan! İki sabahtır buz gibi havada üzerimde incecik sıvetşörtle (sweat shirt, he aq he), ıslak saçla çıkıyorum dışarı hasta olayım diye. Ulan zaten günde 2 paket az geliyor artık, 3e geçtim hala ciğerler şu andakinden daha da kötü olmuyor. Lan hani bronşit vardı bende? Sigaraya başladım, bronşitim geçti aq! Yürüyorum yağmurda mal gibi öyle; sağımdan bişey geçiyor çarpıyorum, kafam zaten hep önde yerde bişeyler arıyomuş gibi, ayaklar sırılsıklam olmuş su birikintilerine dalıp çıkmaktan ama lan işte bayılmıyorum ki ben! Bilmiyorum ne bu?!

Anne:
-E ama oğlum niye yemiyosun?
-E aç değilim?
-Ama sabah da bişey yemedin evladım.
-Sabah da aç değildim.
-Ama aç aç durulmaz ki öy..
-HIIAIAAAAAAA!!

Yemeyeceğim işte. Ulan bak belki de yiyecektim. Yahu bir laftan sözden anlamaz mı insan ya? Bugünkü halimi hatırlamıyorum ama yemin ederim yemek yiyip yemeyeceğim sorulduğu için aç kalmışlığım var benim ya. Lan yersem yerim işte!

Baba:
-Şu halloldu mu?
-Evet.
-Bu?
-Evet.
-O?
-Halloldu.
-Şunlar?
-(!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!) Halloldu baba.
-Öbürleri?
-EVET!
-Ne o öyle ters türs cevap vermek falan?
-HIIIAAAAIAAAAAAAAA!!!!!!!!

Bir huzur istiyorum ulan 2 saniyelik yalandan bir huzur! Tatlıymış tuzluymuş s.kimde olmaz! Beynim olmuş dusch das, azıcık rahat verin ya!

-Hayırdır canım, daldın? Ne düşünüyorsun?
Eşşeğin s.kini düşünüyorum.
-N’oldu şekerim? Moralin mi bozuk?
Evet moralim bozuk çünkü bok.
-Aaa, sinirlisin sen!
Evet sinirliyim; ananın .mından dolayı.

Göğsümün içinde 2 tane eleman var, bir meşin top bulmuşlar biryerlerden; dan dun abanıp duruyorlar içeride öyle duvarlara doğru. Ne konu biliyor ne komşu sülalesini s.ktiklerim. Sıkılıyorum, daralıyorum. LA BİLMİYORUM! Dün elimi ısırırken yakaladım kendimi, ağlayana kadar ısırmaya zorlarken kendime geldim. Nedenini anlayamadım aq, manyak mıyım ne oldum sapıttım mı? Aq, zaten bir baktım elime; pasta kalıbı gibi içeri çökmüş diş izleri. Ya tenim marşmelov mudur nedir ne s.kimse işte ondan yapılmış, ya da çenemde güç yok anasını satayım. Canım da yandı halbuki bayaa, gözlerim kurumuş olabilir. Kaç yıl oldu ağlayamadım 1 kere be aq.

Ne yapmış? Yine devirmiş hayvan oğlu hayvan. Geber. Allah belanı versin. Şimdi kutunun üstüne iki taş koydum, bunu da deviBAĞIRMA LAN! Allah Allah ya! Gir lan şunun içine!

Bahçemde skindirik küçük buz gibi ve karanlık bir kulübe var. Dün gece geç saatte orada olduğumu farkettim. Öyle yere uzanmışım yan yan yatıyorum. Saate baktım, nereden baksan 3 saattir oradayım. Ne yapıyorum? Bilmiyorum yahu, vallahi bilmiyorum. Düşündüm işte, sabahtan akşama kadar kafamda bir şeyler var; düşün düşün bitmiyor aq! Hayır, ne düşündüğümü de hatırlamıyorum. Hatırlıyorum aslında ama, her saniye değişiyor düşündüğüm. Aynı anda 10 tane şey düşünüyorum bazen, kafam almıyor lan! Bütün gün koridorda volta, bir ileri bir geri. Neden? Düşünüyorum işte. Ne düşünüyorum? Belli değil ki! Bir saniyeliğine bir şey düşünüp gülüyorum. Ondan sonra başka bir şey giriyor aklıma, üzülüyorum. Hop, iki üç saniye sonra başka bir şey daha; bu sefer telaşlanıyorum, s.kim bacağıma dolanıyor. Nasıl bir arızadır bu, nerede hata verdim ben?

-Lan kahveye gidelim mi?
-Gelmem aq!
-Lan gidelim bir yerde çay içelim?
-İstemiyorum lan skirit!
-Lan sen de bana patlıyon ha!
-Çekme o zaman pimi!

Arkadaş; yarın bütün gün ayakta olacağım. Yine telefonum her çaldığında “Aha arıyo” dediğim insan aramayacak. Yine cinnet geçirtecek muhabbetlere taraf olacağım. Yine ahkam kesikleri içinde kalıp kan kaybından öleceğim 2 gün boyunca:

-Çok içiyorsun
-Sana ne aq!
-Günde 3 paket sigara mı içilir?
-İçiyorum işte, g.tüne mi battı?
-Niye bu kadar sinirlisin?
-Niye bu kadar o.ospusun?

E davarın soyu, e be avradını s.ktiğim; nasıl devirdin o kutuyu? Boyun devrilsin puşt. Bak bir de şu ilginçliği var hayvanın; götü yırtılana kadar bağırıyor beni çağırmak için, gidiyorum yanına, ulan işte ev yaptığımı anlamışsın sana içine girmeye çalışmışsın yıkmışsın evin kolonlarını; ne lan o pıhlamalar hıslamalar? İbnenin evladı; gel beni tırmala diye mi yapıyorum ben bunu? Soğukta üşüme diye yapıyorum piç! Hala abuk sabuk sesler çıkarıyor; ulan kediler bile miyavlamıyor artık. Miyör diyor, geör diyor böyle abuk sabuk sesler. Ulan kedisi miyavlamayan memlekette yaşanır mı hay aq ya! Delirecem lan!

40 yaşıma bir şey kalmadı, topu topu 13 sene. Ben içimdeki umursar kişiliği hala öldüremedim; onu n’apcaz? Ahkam mı kesiyorum? Çok mu kafaya takıyorum? EVET! Niye mi? BİLMİYORUM AQ BİLMİYORUM!

İnsan ne ile yaşar? Huzur ile mi? Yok ki işte! Para ile mi? Ne alakası var! Saadet ile mi? O ne aq? Ambale oldu bünye; bi an mutlu, 5 an mutsuz, 8 an sinirli, x an mala bağlamış. Başkalarının mutluluğuyla mutlu olmak aptalca mı? Ne alakası var? Gebereyim o zaman aq!

Söylediklerim çok mu üzdü? E aq salağı; ya söylemediklerim? Söylediklerim beni de üzüyor bazen. Ya söyleyemediklerim? Bir düşünsene! Ben artık düşünemiyorum. Aynı anda zaten milyon tane şey düşünmeye zorlanmışım. Aynaya bakıp konuşuyorum çoğu zaman; kendimi çekemiyorum lan artık! Ne çene varmış bende be! Allah’tan görüntü fena değil! O kadar istiyorum ki birileri beni darp etsin, açık yaralar oluşsun vücudumda. Öyle bir his var ki içimde, sigarayı kolumda söndürdüğümde canım o kadar da yanmayacakmış gibi.

Neler oluyor ulan? Nereye gidiyorum ben? Ne yapıyorum? Ne bu sinir, öfke? Tahammül sınırlarına mı dayandım yoksa? Ya yarın yine arasın diye beklediğim yerine aramasın diye dua ettiğim ararsa? Delirtmeyin lan!

Bak hala ya. Allah seni nasıl biliyorsa öyle yapsın. Hala vik vik bağırıyor ya. E ben ne yapacağım? Ta bahçeye kadar inip bakacağım derdi ne diye. Aç mı kalmış, susuz mu kalmış, evi mi yıkılmış, korkmuş mu? Hey Allah’ım ya. Kim kimle uğraşır bu devirde? Şanslı pezevenk.