RSS

Kategori arşivi: nickelodeon

>80 Çocuğu – III – Kapıldım Gidiyorum Bahtımın Rüzgarına

>
TRT’nin sorumlu yayın anlayışından ileri gelen çizgi film arası programları vardı kısa kısa. Ormanlarla ilgili olanı hatırlar mısınız? Embesil bir çocuk elinde sopayla fidanları döver, baba sigara içer izmariti ormana atar, anne çöpleri orta yerde olduğu gibi bırakır… Sonra, kurak bir arazide hepsini başlarını avuçlarının içine almış şekilde otururken görürüz; peltek anlatıcı “Ormanlarımıss, hayatımıss,…” diye konuya girerken. “Ellerimizi Yıkayalım” sinir bozuculuk konusunda çağının çok ilerisindeydi: Kapkaranlık bir ekran, bıy bıy bıy konuşan iki tane piç, bir de anlatıcı:

P1-“Ona kadar sayıyorum, çıkmazsan beni yok bil! Bir, iki, üç…”

P2-“Tamam tamam çıktım, hadi ver artık o sandviçi!”

P1-“Ben yoruldum, gidip biraz oturalım.”

Sonra sesler kesilir, siyah ekrana dan dun sesler çıkararak bir sürü el ve parmak izi yapışır. Tam bitti derken ZBAM! diye bi tane daha iner ekrana iyice altınıza s.çtırır sizi. Sonra anlatıcı gelir:

-“İşte, yine yanlış yaptınız; tuvaletten çıkarken ellerinizi yıkamadınız. Yıkamazsanız şöyle olur böyle olur…” diye kafa ütüler. Sonuç? Tuvaletten çıkarken ellerimi hatta ayaklarımı bile yıkıyorum ama hala burnumu koluma siliyorum, onu n’apcaz? Herşey tuvaletten çıkınca el yıkamak mı?

Ya o uyuz tavşanla kaplumbağa? Kaplumbağayı Erol Günaydın seslendiriyordu, tavşanı hatırlamıyorum. Bir postacının başından geçenlerin anlatıldığı animasyon vardı, yanlış hatırlamıyorsam stop motion tekniğiyle çekilmiş; ondan sonra çıkardı genelde. Tavşan olacak dengesizin rabaların üzerinden sırıkla atlamaya çalıştığı sahne hala tüylerimi diken diken ediyor aklıma geldikçe; arabanın biri sol tekerleğinin dışıyla gelişine vuruyordu buna… Çok rahatsız…

Ve işte beni diş fırçalamaktan soğutan o şarkı:

Günaydın, günaydın!
Haydi kalk uyaaaan!
Gel katıl bize,
Gir aramıza!

Bir fırça,

Bir macun:
Tam iki dakika!

Babaannemin hayatta olduğu dönemlerde yaz sabahlarımız çizgi diziler izlemekle geçerdi (akşamlarımız da pembe dizilerle; Yalan Rüzgarı, Hayat Ağacı, Cesur ve Güzel, Köle Isaura, Dallas, Hanedan, Zenginler de Ağlar, vs vs…). Heidi vardı, dedesinin adı bi garipti, Almeu mu, Almöi mi öyle acaip birşey. Peter vardı; hanzoydu, harroydu ama inceden yazardı Heidi’ye keçilerin memelerinden süt içerek. Alkolik bir köpeği vardı Heidi’nin; Müslüm gibi takılırdı sağda solda. Hey gidi… Candy benim gözümde hiç şeker bir kız olmadı. Evdekiler sanki onu benden daha çok seviyorlar gibi gelmeye başlamıştı çünkü. Nils ve Uçan Kaz diye birşey varmış ama annem bahsederdi ondan, ben hiç hatırlamıyorum; aynı “Değiş Tonton!“u hatırlamadığım gibi. Babaannemle annemin salya sümük izlediği bir de Arjantinli bir çocuk vardı: Marco. Annesinden uzakta, bir orada bir burada sürten bu depresif çocuk her bölümün sonunda annesine ulaşır gibi olur, sonra acılar içinde bir sonraki bölüme kadar beklerdi. Emrah’ın daha minik bir versiyonu. O dönemlerde ben ebeveynimin televizyonu rahat bırakmasını bekler, rahat bıraktıktan sonra da televizyonun başına geçer Redkit, Rüya Taşı, Benjamin, Tenten çıksın diye tırnaklarımı kemirirdim.

Futbola olan derin muhabbetimin nedeni Tsubasa’dır her Türk çocuğu gibi. Koş koş bitmek bilmeyen futbol sahaları beni benden alırdı. İki bölüm boyunca top sürdükten sonra ufuktan yavaş yavaş beliren kaleyi görünce yerimden fırlar, “Versene topu Misaki’ye! Kaçıyo adam sağdan!” biçiminde taktikler verirdim. Hayrettin gibi bi kalecisi vardı Nankatsu’nun ilk başta. Wakabayashi’nin takıma katıldığı günü dün gibi hatırlıyorum. Oliver Kahn gibiydi o. Profesyonel, varyete yapmayan iyi bir kaleciydi. Sonra Wakashimazu diye bir soytarı peydah oldu; tam panayır topçusu. Direklerden direklere uçmalar, perende atmalar falan; o da Schmeichel’dı işte. Kojiro Hiuga (Cristiano Ronaldo) vardı; kollarının yenini yukarı doğru katlardı. Öküz gibi, Allah yarattı dememden vururdu topa. Misugi (takımının forması sarı kırmızı ve maviydi; o da Hagi’ydi işte) vardı başka bir lisede, kalbi delikti çocuğun. Bi maçta kalbi teklemişti de nasıl üzülmüştüm bak… Misaki (Guti gibi oynardı) kankasıydı Tsubasa’nın. Tachibana mı, Tachiwara mı, ikiz kardeşler vardı uyuz olurdum (Brian – Michael Laudrup). Topa birlikte vururlardı. Ischizaki tam bir kazmaydı (Recep Çetin). Taki vardı, kanattan ha babam koşar, alakasız yerlere ortalar keserdi, kırk yılın birinde düzgün bir hareket yapar maç kazandırırdı ama (Sabri). Tsubasa ise, “Ulan bu takımda benden başka adam yok, aq kazmaları bi halta yaramıyorlar” demez, umutla pas verirdi sağa sola. İşler iyice kötüye gittiğinde alırdı sazı eline ancak; tam bir Messi.

Ablamla beraber seyredip altımıza s.çtığımız, yeryüzünün gelmiş geçmiş en büyük yapımlarından biri var ki, çok kısa kescem çünkü hala tırsıyorum aklıma geldikçe: Clementiné. Yıllar sonra buldum, indirdim ama izleyemiyorum. Korkmak bir yana, ya çocukken aldığım keyfi alamazsam? Ne zaman izlersem izleyeyim aynı zevki alacağım çok az çizgi film var. Mesela Tom & Jerry. Ya da Wickie. Sonradan öğrendim ki, 1974 yapımıymış ve bahsettiğim tüm o çizgi filmler gibi o da Japon malıymış. Kurban olduğumun Japonları… Türk Sanat Müziği ve Türk Halk Müziği ile olan muhabbetim Wickie ile başlamıştı benim. Gemiyle biryerlere giderlerken “Gemilerde talim var”dan başlayıp “Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına”ya kadar repertuvar şovu yapardı Vikingler. Wickie’nin aç bir kurttan kaçtığı bölüm vardı, bulun izleyin harika bişey! Wickie’nin çözüm düşünürken burnuyla oynaması kadar eğlenceli başka birşey varsa, o da Muppet Show’daki müzik grubunun davulcusu Animal’ı dinlemektir benim için. Yaşlı Amcalar var tabii bir de locada oturan; onlar da yıllardır tadını hiç kaybetmedi benim için. Bir de La Linea, bahsetmeden geçilmemeli. TRT 3’teki Batman serisi de, gerek pembe telefon, gerek gay tipli Robin, gerekse dayak sahnelerinde her darp için ayrı bir ses ve görüntü efekti uygulamasıyla kalbimde ayrı bir yere sahip.

Efendim, bir liste olarak verdiğim çizgi filmlerin içerisinde belki birileri yıllardır aradığı bir tanesini bulmuştur, belki geçmişe dönmüştür tam olarak bilemeyeceğim ama bu yazım anlamında başarısız yazı dizisini sizin için yapmadım sadece. Tek emelim, yıllar önce TeleOn’da yayınlanan ve uzayda geçen bir çizgi filmin ismini bulmak. Bir şerif vardı, uzayda at koştururdu; siyahi biriydi sanki. Çok hızlı koşması gerektiği zaman bir puma gücü gelirdi buna, çok güçlü biriyle dövüşmesi gerektiği zaman ayı gücüne sahip olurdu ışık efektleriyle falan. Bir onu arıyorum, bir de yıllar önce TRT’de kısa bir çizgi film serisi yayınlanmıştı; adını tam hatırlayamıyorum ama “Uzay Çocuğu 2000” ya da “Milenyum Çocuğu” gibi birşeydi. Çok fena yanılıyor da olabilirim isim olarak. Post-apokaliptik bir dünyada geçiyordu sanki. Eğer bir gün biri bu yazıyı okursa, gösterdiğim çabaya karşılık şu çizgi filmlerin linklerini bana bir göndersin; çok mesuud olurum…

Hepinize iyi günler efenim, uslu birer çocuk olduğunuzda Şirinleri görebilmeniz dileğiyle.

 

>80 Çocuğu – II – Patlıcan Kabuğu Bayramı

>
İlkokula gidiyordum o zamanlar. TRT’nin çocuk programlarını yurt dışından aldığı (ne de iyi yaptığı) dönemdi. Sabah kahvaltısı esnasında haber bülteni sunan bir deve kuşu, bir kedi ve bir örümcek vardı (örümcek değil de bit gibi geliyor şimdi…). Kedinin adını hatırlıyorum sadece: Tele-Chat. Kur yapıyordu sürekli devekuşuna. Her sabah ayrı bir bayram olurdu programda; aklımda kalan sadece şu replik: “Bugün patlıcan kabuğu bayramı. Tüm patlıcan kabuklarına iyi bayramlar.” Allah’ım, ne gülerdim o programa… Arkasından Bayan Karabiber gelirdi. Sevmezdim onu.

Dooorik Dooorik, Mogu Moguuuu!

İki ayrı Hayalet Avcıları serisi vardı. İkisi de çok hoştu, iyiydi ama benim favorim orijinaline sadık olmayandı. Kafatası biçiminde telefonları çalar, bunlar da göreve giderdi “Let’s go Ghostbusters, Let’s go!” nidalarıyla. Mogu Mogu’yu çok severdim. Adı bu değil gerçi, “Mock & Sweet” gerçek ismi. Tam olarak konu neydi hatırlamıyorum. Düğme Burun yanlış hatırlamıyorsam ablamın favorisiydi. Ben pek tutmazdım onu. Ara sıra çok eski olmasına rağmen Calimero çıkardı. Hala kendimi ona benzetiyorum “Ama bu haksızlık, öyle değil mi?” derken. Yakari’ye uyuz olduğum kadar hiçbir şeye uyuz olmadım. Kızılderililere olan acıma duygumu kaybediyordum neredeyse.

Sailor Moon ile tanıştığımda biraz büyümüştüm, yine de bir süre izledim; kız çok güzeldi… “Legend Of Prince Vaillant” vardı, hayal meyal hatırlıyorum. Sonra, renkli bir fil hatırlıyorum hayal meyal; “Dumbo”. Hah! Şekerpembe vardı! Pembe bir dinozor (Serendipity The Pink Dragon). Dinozor olarak bir de Denver vardı, o kadar. Moomesa Kovboyları ile Ninja Kaplumbağalar aynı çizere aitti, çok belli oluyordu. Hayvanlar aleminin neredeyse tamamını barındıran çizgi filmlerden en başarılısı “80 Günde Dünya Turu“ydu bence. Üstünkörü olsa da gezilen yerlerin kültürlerine dair bilgiler verirdi. Olay bilgiyse eğer, birinci sırada “Vücudumuzu Tanıyalım” olmalı. Hani şu nöronların minik mavi ulaklar olduğu, akyuvarların helikopter biçimli süpersonik araçlarıyla virüslere daldığı çizgi film. Aynı adamların çizdiği bir de uygrlık tarihi çizgi filmi vardı ama onu çok az izleyebildim.

Kısa çizgi filmler vardı, genelde arka arkaya birer bölüm verilirdi hepsinden. Mighty Mouse, Pembe Panter, Tom & Jerry (pek çok kişinin Tom & Jerry çizmişliği var, ama en iyileri Fred Quimby ve Chuck Jones’tur kanımca), Atom Karınca, Yogi, Snoopy (ve tabii ki Charlie Brown), Karate Kedi, Ron ve Dommel, Jimbo (yavru bir jet uçağıydı kendisi), Casper, Kum Perisi… Günümüzde bunların yerini dini ve milli çizgi filmler aldı aq. Çizgi filmin millisi, dinisi, yöreseli olur mu ya? Eğer yöresel olacak ise illa, “Les Mysterieuses Cites D’or” (Güneşin Oğlu Esteban olarak biliriz. Talihsiz çocuk, başka birşeylerin oğlu olarak da bilinir…) gibi olmalı mesela, ya da “Les Mondes Engloutis” gibi. Niye hep Fransızlar yapmış bu tür şeyleri onu da anlamadım.
Captain Planet gibi olmalı çizgi film dediğin; Cesur Ayılar gibi, Kaptan Z gibi, Sport Billy gibi. Ne bileyim, ders vermeli, çocuklara kendini benimsetmeli, eşşek kadar olmuş bir adama bile izletebilmeli kendini. Saçma duyguları körükleyen veya hiçbir mesajı, fikri olmayan çizgi filmler (Varyemez Amca, Darkwing Duck, Alvin and The Chipmunks, Turbo Teen, Charlie Chalk, Thunderbirds, Hollywood Yaramazları, Rüya Taşı, Orange Road, vs vs…) gün gelip unutulmalı ama nesilden nesile devam edip sürekli üzerinden para kazanılıyor, propaganda yapılıyor. Mesela, bir çocuk dizisi vardı TRT’de. Brezilya yapımıydı. Adını tam hatırlamıyorum ama Atlıkarınca olabilir (belki de Atlıkarınca başkadır, dedim ya hatırlamıyorum). Bir bölümünde, zengin bir ailenin çocuğuna babası akülü bir araba alıyordu, sonra fakir bir çocuk görüp imreniyorduve annesinden kendisine almasını istiyordu falan. Zengin ama kibirli çocuğa ise bir anda bir nur iniyor, bu fakir çocukla arkadaşlık kurup arabasına bindiriyordu onu. Ya kardeşim; mesaj ne şimdi burda? Zenginsen paylaş mı diyorsun? Eğer öyle diyorsan, zengin seni izlemiyor ki! Burada delikanlı gibi dışlatsana zengin çocuğu diğerlerin, niye fakir çocukların zengin çocuğa imrenmesini yansıtıyorsun ekrana? O zaten hergün olan birşey!

Ben konudan sapmışım be. Yine sinirlerim bozuldu. Neyse, sonra devam edeyim en iyisi…

 

>80 Çocuğu – I – Gölgelerin Gücü Adına!

>
Nostalji batağına saplanmış insanlar nedense 80’lerde doğanlar. Sürekli bir geçmişe özlem; eskilerden küçücük bir hatıra gözlerimizi doldurur, ne kadar kıllı bıyıklı göbekli adamlar olsak da kalbimizi yerden yere vurur. Mesela az önce yıllardır aklımın bir köşesinde takılı kalmış bir çizgi filmi düşünüyordum. Robotlar vardı çizgi filmde (binlerce robotlu çizgi film var), bir çocuk robotunu diğer robotlarla dövüştürüyor, her dövüşten sonra tamir falan ediyordu, robot hiç konuşmazdı zaten el kadar bir şeydi. Bir kız arkadaşı vardı çocuğun, çocuğun kankasıydı ama fena halde yanıktı kıza falan; standart bir Japon çizgi filmi. Her yönüyle diğerlerine benziyor. Yıllar geçmiş olsa da aradan, inat ettim ve buldum: Jumaru’ymuş adı. Nasıl değişik bir duygu kapladı içimi anlatamam. 80’lerde doğmuş insanlar için birşeyler yapmaya karar verdim bu duygu yoğunluğunun üzerine.

Ben de tüm 80 çocukları gibi hala güzel bir çizgi film gördüğü zaman televizyona kilitlenen, hala içinden çıkartmalar çıkan sakızlar çiğneyen, ne kadar bilgisayar başından kalkmıyormuş gibi görünsem de sokaklara çıkıp geceyarılarına kadar sağda solda dolanıp kola kutusu tepikleyen biriyim. Sanki bizim nesilde bir çocuk olmaya doyamamışlık var. Tabii ki bu daha profesyonel bir araştırma gerektiren bir konu; ihtilal yaşamış bir ülkenin kendine gelmeye çalıştığı, apolitikleştirme sürecinin yoğun bir şekilde başladığı bir dönemde doğduk biz. Belki de bilinçaltımıza pompalanıyordu çocuk kalma güdüsü; araştırmadan bilemeyiz, Peter Pan sendromlu insanlar olup çıktık. Araştırmaya üşeniyorum ama 80 dönemine takmış durumdayım. Herşeyine hayran olduğum bu dönem hakkında birşeyler yazmaya kalksam herhalde blogger dolup taşar; o yüzden hem geçmişi yad etmek, hem de benim gibi eski tatlar arayanlara “Aaa, bi de bu vardıııı, vay aq” dedirtebilmek amacıyla sadece çizgi film konusuna eğileyim diyorum.

En net hatırladığı çizgi film, “Defenders Of The Earth”. Bayılırdım ona, öğlenci olduğum yıllarda okuldan gelince “Susam Sokağı mı yoksa bu mu” diye karar vermeye çalışırken ikisi de biterdi. Ben de tepine tepine ağlardım. Mandrake vardı, Flash gordon vardı, Mandrake’nin yardımcısı Abdullah vardı; o dönemde vermişler milli gazı demek ki, Abdullah’ı kafamda Türk olarak canlandırır, kahramanlıklarıyla ayrı bir gurur duyardım. Bir hokkabazın badigardı olsa da, gözümde bir numaraydı hep. Şu Ming’i bi enseleyemediler ama…

Sonra G Gücü. Ne demekse G Gücü? Başlarda hiç seyretmezdim, G.I. Joe çakması zannederdim. Bak işte, marka deliliğini de işlemişler bize o zaman demek ki; bir şeyin orijinalini seyret, taklidini seyretme. Çok daha iyiydi. Sonra yine G Gücü’ne benzeyen M.A.S.K. vardı. Sıradan işleri olan bissürü insan, kötülere karşı birleşiyordu (kötülerin adı Venom mu, yanlış mı hatırlıyorum?) ve haberleşmek için kol saatlerini kullanıyorlardı. Adam evde yemek yerken saate mesaj geliyor mesela, “Hanım ben bi hava alayım, sen yat beni bekleme” deyip merkeze gidiyor falan. Aynı minval üzre Thundercats (ya da Wondercats) vardı. Voltran’ın herhangi bir uzvu olmak için can atardım. Transformers taklidi yapıyorum diye büzülür kalırdım örümcek ölüsü gibi yerde; araba oldum diyerek. “Sinirlenince Hulk gibi yeşil olmuyorum, o zaman onun kadar sinirlenemiyorum, demek ki benden çok çok daha asabi” diye düşünürdüm. X-Men’de Rogue’a aşıktım, sonra gönlümü Psylocke kaptı. Gambit gibi sağa sola iskambil kağıdı fırlatıp dururdum evde; hiçbirşeyi patlatamasam da pek çok bardak, vazo, antika X-Men sevdama kurban oldu. Masaörtüsünü boynuma bağlayıp “Süpermeeeeeen!” diye zıp zıp zıplardım, pazardan alınmış plastik kılıcımı da avizeye doğru kaldırıp “Gölgelerin gücü adınaaaa” diye anırırdım aynı anda; çizgi film bağımlılığı kişilik bölünmesine yol açabiliyor. He-Man’in bir Fransız kolpası çıktı Rahan diye, hiç sevemedim. She-Ra’yı da hastaydım, He-Man’ın kuzeni olduğunu öğrenene kadar. Öğrendiğim günden sonra ise o benim bacımdı artık, yan gözle bakanın gözlerini oyasım gelirdi. İskeletor’a korkuyla karışık saygı duyardım, Orko’dan tiksinirdim ama Hayvan Adam çok cool biriydi; bayılırdım ona.

Neyse efendim; aç ayı oynamaz. Birşeyler yiyip ondan sonra devam edeyim, beyne kan gitsin ki biraz daha hatırlayayım…