RSS

Kategori arşivi: taksim

>Cudi Efendi

>Kurtuluş’la artık bağım kalmayacak, üzüldüm. Muhit güzel, sakin, insanlar efendi falan filan ama tabi kardeşimin de artık asansörü olan ve işine daha yakın bir eve ihtiyacı var. Öyle internetten falan baktım Hürriyet Emlak senin Sahibinden.com benim gezdim ama tabi gidip görmek de lazım. Belirlediğimiz fiyat aralığındaki evler sürekli Ortaköy’ü işaret etti bana. Bir-iki Fulya falan da çıktı ama yüzde doksan Ortaköy. Sürpriz oldu böyle bir sonuç, hadi bakalım dedik kardeşle birlikte; bir görelim şunları. Cevahir’in girişinde yerdeki kurt biçimli su lekesi beni hipnotize etmişti ki, kolumdan tutup sarsalayarak “Yürüsene be!” dediğinde anladım Fulya’dan başlayacağımızı.

Fulya ne biçim bir yer lan öyle? Yokuş, yokuş, yokuş… Yani ben bunu Ortaköy’den bekliyordum açıkçası. Yani buraları çok da bildiğimden değil, hiç bilmiyorum ama taa bilmem kaç vakit önceki anlık ziyaretlere dayanan anılar falan filan. Bir ev gösterdiler hacı, yatak odası üçgen, salonu yamuk, mutfağı hiperbol, banyosu g.t içi afedersin. Penceresi, 2 yıl önce tam ortasında bir kamyonetin bozulduğu bir sokağa bakıyor. Evet, o kamyonet hala orda. Odaların camları düdük gibi, eve girmeye çalışan güneş ışınlarını engellemek için de balkonu kapatmışlar. Emlakçının yorumu “Ev çok temiz, bu muhitte böyle güzel bir yer bulmak bir mucizedir.” Çok afedersin panpa ama ben s.çarım böyle muhitin içine o zaman.

İndik Ortaköy’e. Ulan hep İbrahim’e giderken hızlı hızlı yürüdüm oralarda, hiç kafamı kaldırıp bakmam ki. Ne tatlı yermiş lan orası öyle? Kaldırımları, birkaç eski binası, hatta daha Ortaköy’e varır varmaz gördüğümüz üzerinde “Diyetteyim, lütfen iyiliğim için bana yemek vermeyen” yazan köpek falan. Ben yarısı mütebessim yüzümle sağa sola bakarken aradığımız sokağın Toyota Plaza’nın birazcık ilerisinde olduğunu farkettim: Cudi Efendi Sokağı. Sokak değil zaten bayır. Ama ne bayır; o kadar dik ki merdiven koymuşlar buralarda daha pek çok yerde rastlanılacağı gibi. Ziggurata çıkıyoruz sanki, merdivenlerin en sonunda gideceğimiz ev. O ev de bir garip, evin kapısını açtığın gibi karşında mutfak lavabosu. Yani bir misafir gelse, dağ gibi yığılmış bulaşıkları görecek. Ama Allah için, evin geri kalanı olağanüstü; Güneye bakan cephe komple cam. Evin içi bir aydınlık ki insan rahatsız olur yani. Kısmet değilmiş; insan işten gelip de 200 basamak çıkarak evine gidemez. Hayır, bi de çıkmaz sokak. Aklım kaldı muhitte.

Evden çıktığımızda bir baktım, bizimkinin de yüzü düşmüş. E muhit hakikaten güzel. Sakin, sessiz, huzurlu falan. Döndüm dedim; “Seni buralı yapıcam. Gel geziyoruz.” Fıldır fıldır döne döne emlakçı arıyorum. Ulan kapalı! Maça gitmişler; malum, Beşiktaş – Fenerbahçe. Arıyorum açmıyor, arıyorum “Şimdi maç için çıktım kusura bakmayın” falan. “E hadi gidelim” diyecek oldu, dayanamam ki öyle. İlla bir yer bulacağım ben, deliririm. Neyse, Dereboyu üzerinde bir tane bulduk, ara sokaklarda da bir tanesine girdik emlakçıların; yahu bu muhitte yaşlanılır ölünür şerefsizim. Ortaköy vallahi bir tanesin.

Hayır, burası hem seğimli, hem de böle deli bir yer. Deli diyorum, İbrahim de burada oturuyor, o yüzden. Ona da söyledim zaten o da soruşturacak daire işini. İşine de ulaşımı kolay. Mis gibi vallahi. Benim içimden geçen ise başka; yıllardır Gebze olacak o cehennemde yaşayan biri olarak Ortaköy bana gerçek olamayacak kadar huzurlu bir yer gibi geldi. Kim bilir, bakarsın günün birinde buralı oluruz panpa. Çok da güzel iyi olur.

Kurtuluş’a dönüş vakti geldiğinde Beşiktaş otobüsüne bindik. Trafik iyice boka sarmış vaziyette; İnönü Stadı iyi güzel de .mına koyuyor maç zamanı ortalığın. Beşiktaş’ta indik dolmuş bekliyoruz ama boşuna yani. Bir taksiye atladık; “Özürlü yaaa” diye çemürüyordu şoför. “Abi iki adımlık yolu yürümüyor öküz, 2 lira için beni bu trafiğe sokacak. Hayır, hakikaten özürlü ya.” diye diye yol boyunca kafa açtı. Kurtuluş’a gelip evin anahtarlarını ararken cebimde, aklımda Ortaköy vardı ama benim. Yani burası da şirin, güzel, bir yamuğunu görmedik Allah için. Ama şuna bir ev bulalım da Ortaköy’de. Çok güzel lan.

Not: Quaresma ve Çetesi için Coolio’dan Gangstas’ Paradise gelsin. 6. dakikada gol yenen golü nasıl çıkaracaksınız lan? Trafiğin içine ettiğinize değseydi bari.

 

>Cumartesi Şeyi

>
Niye farklı olsun ki bu cumartesi? Yani işte hava soğuk değil ya, biraz güneş falan var ya; şımardım demek ki. Saat 11 miydi neydi; sokakta bir kenara sırtımı dayamış sigara içiyordum. Adamın biri yolun ortasında küt diye yığıldı yere. Daha ne olduğunu anlayamadan bir de sağa sola dönmeye başladı olduğu yerde. Her ne kadar çaresiz görünse de adam, insan bir tırsıyor yani. Tanımadığım biriyle oturttuk yere, kalkmıyor çünkü. Su verdik, içmiyor. Yanımdaki gürbüz amca şişeyi adamın ağzına sokmasaydı bir yudum bile almayacaktı. Etrafta adamla ilgilenen başka insanlar olduğunu görünce çekildim ben de. Daha sonradan öğrendim; açlıktan bayılmış. 21. yüzyıl’dayız geyiği yapmak istemiyorum ama Somali mi lan burası? Koskoca adam; kapı gibi. Enine boyuna kalıplı. Üzerinde boyacı tulumu, tulumdaki boya lekeleri de hala ıslak. Yani çalışıyor, işi var. Peki niye açlıktan bayılıyor? Parasını yemeğe ayırmak istemediğinden olabilir gayet. Ülke nasıl da ferahladı lan son birkaç senede di mi?

İçimde burukluk olmasa bile bir şekilde buruluyor cumartesi günü insanın içi. Bu durumun kimin s.kinde olduğu ise benim için tam bir bilinmez. Neyse işte; bir İstanbul yolculuğu daha Şifa’dan başladı 500T sponsorluğunda, kulakta kulaklıklar. Bu hafta da kendimi shuffle’ın kollarına bıraktım; cumartesinin bana olan garezi mp3 çalara da yansımış; +1 vasıtayla Kadıköy sahile inene kadar çalan şarkılardan 2-3ü hariç hepsi Muse. Fabrikaların oradan geçerken çalan Micro Cuts zaten ağzıma s.çmıştı ki, Esenyol durağındaki ağlamaktan gözleri şişmiş kız telefonunu kapatıp dizlerinin üzerine çökerek ağlamaya devam ettiği anda da Space Dementia’nın ortasına gelmiştim. Sahile geldiğimde Shrinking Universe ile birlikte bir Camel yaktım; sigara bittiğinde In Your World eşliğinde niçin, neden gibi sorular soruyordum öyle angut angut. Bir cumartesi akşamında bu saatte burada ne işim var gibi; yine de arkadaşlara ayıp olmasın. Ellerinden geleni yaptılar. Ozan, sana puanım 9 kanka.

Artık isyan edeceğim anda hep kendimi özel hissettiren anlamsız bir işaret beliriyor karşımda ve o işaret de cumartesi günleri Kadıköy-Taksim dolmuşları oluyor nedense. Hayatım boyunca hep gelmesi beklenen son kişi oldum bu dolmuşlarda. Kapısından içeri girdiğim gibi motor çalıştı, hareket ettik hep kendimi bildim bileli. Yine aynısı oldu; mp3 playerım da bir şaka yapıp Legend Of Steel çaldı bana. Yarı trafikli bir şekilde vardık Taksim’e. Dolmuştan indiğim anda bir afalladım; yağmuru severim bayılırım ama normalde hazırlarım kendimi yağmura; hiç beklemiyordum yeminle. Kafama indi indi de o yağmur, yanaklarımdan aktı böyle. Ağlıyor muşum gibi hayal ettim, hatta inandırdım kendimi aslında onların sadece yağmur olmadığına; gözyaşıyla karıştığını kabul ettirdim kendime kısa bir süre de olsa yanağımdan akan suların.

Cumartesi günü hüznünün nedenini tam olarak anlayamamakla beraber; bu hüznün bastırılamaz oluşu da içimi sıkıyor artık. Yine de içimdeki burukluğa bir tanım bulmak istersem, midemdeki ağırlığa bakarak hissettiğim burukluk “özlem”di ama neyin özlemi, kime özlem? Yani var bişeyler ama sanki böyle daha önce olmamış bişeyin özlemi gibi. Aman yaa, çok saçma. Kimin s.kinde ki?

 

>Cuma

>Yataktan kalktıktan 10 dakika sonra dükkandaydım. Gözler falan şişmiş tabi, etrafımı da göremiyorum henüz görüntü gelmemiş. Yaktım bir sigara, laksatif etkisinden faydalanmak için. Tam o anda Ruhi Abi de geldi dükkanını açmaya. “Yahu bari öğlen olsaydı, kendine gelseydin.” dedi. Ben de “Kahvaltıdan sonra iyi geliyor abi.” dedim. Lan ben kahvaltı yapmadım ki. Hala yanlış yaptığımı düşündüğüm konularda haklı çıkmak için bahaneler uydurur, yalan söyler vaziyetteyim. Ben de az liseli değilim ha!

Yukarıdan da anlayabileceğiniz gibi, bugünkü konum kitap fuarı. Hafta sonu kitap fuarı bitiyormuş. 6 yaşımdan bu yana sadece 1 kez kaçırmıştım kitap fuarını, bu yıl da gidemeyeceğim diye çok korkuyorum. Kitap kurdu falan değilim ama, değişik bir havası var. Senede bir defa gerekli. Cuma oldu, bakalım bir umut var mı kitap fuarına gidebilmem için…

Cuma gününün gelişine sevinmek de pek saçma. Ben yarın da çalışacağım, hafta sonunda da hiçbir yere gidemeyeceğim büyük ihtimalle. Kitap fuarı falan yalan yani. O yüzden, cumartesi ve pazar günü çalışmayan arkadaşlarım için bir dileğim var: İnşşşşallah mesaiye falan kalmanız icap eder, hayvan gibi iş verirler hafta sonunuz yalan olur, yaptığınız planlar yatar. Biri yer biri bakar olur mu lan? Beter olun.

Şaka bir yana (ki gayet ciddiydim), benim mal gibi geçirdiğim zamanı güzelce değerlendirip eğlenen insanlara gıcık oluyorum, hınç duyuyorum; yanımda olsalar o an bıçaklarım veya kollarını falan kırarım. Bıçak taşımıyorum. O yüzden kırarım evet. Yüzlerini yerlere sürtmek, kulaklarını ısırarak kopartmak isterim. Neyse, konumuza dönelim: Kitap fuarı. Kitap fuarına gitme imkanı olanlar için belki çekici gelir; Jean Christophe Grangé yarın saat 13:15’te fuarda olacak. “Yok benim onu acil görmem lazım, yarına kadar görmezsem altımı ıslatırım” diyenler, ilk önce Harem minibüsüne binip Şifa Mahallesine, oradan 500T’yle 4. Levent’e, oradan da metroyla Taksim’e gidip arkadaşlarıyla buluşabilir, birer bira içip sohbet edebilirler (lan! gezmek istiyom!). Zira Grangé taaa akşam saat 6da Fransız Kültür Merkezi’nde olacak. Yarın (cumartesi) de bu televizyonlarda çizgi filmini izlediğimiz, annemizin babamızın paçasına yapışıp ağlayarak aldırdığımız Zagor’un çizerleri geliyormuş fuara. Onlarla da oturulup birer çay içilebilir gibime geliyor. “Yaşlı başlı adamlar, ne konuşacaz ki” demeyin, işleri güçleri çizgi roman bilmemne. Tam bizim kafada.

Siz benim beddua ettiğime falan bakmayın diyeceğim ama, bakın lan bakın. Yemin ediyorum nazar değdiririm. Facebook’ta o yazarların herhangi biriyle çekilmiş fotoğrafınızı, fuara gittiğinize dair en ufak bir belirtiyi yakalarsam; kaçın oğlum buralardan. Gidin kendinize yeni bir hayat kurun. Öldürrüm lan sizi. Zekeriya bilir.