RSS

Kategori arşivi: galatasaray

>Herşeyin Öncesinde Kalkan Ofsayt Bayrağı

>”Ofsaytın ne olduğunu bilmeyen kız” kavramından çok ekmek yendi; öyle bir yoğunlaşıldı ki o konuya, artık kızlar ofsayt hariç hiçbir kuralı bilmiyor futbolla ilgili. Sarı kartla kırmızı kartı birbirinden ayıramayan şekil şekil hatun, yan hakemin konumundan ofsayt kararının doğru mu yanlış mı olduğunu Erman Toroğlu gibi çizgi kamerasına ihtiyaç duymadan değerlendirebiliyor günümüzde. Bu bir sıkıntı değilmiş gibi görünse de maskülen sporların en yücesi futbolun en çetrefil kuralıının kızlar tarafından artık bir muamma olarak karşılanmayışının sonuçları sanıldığından çok daha vahim.

Beyler; çözüldük artık. Yaptığımız artistlikler, çektiğimiz ayaklar artık tribünleri ayağa kaldırmıyor. Bel kıran çalımların, sağdan atıp soldan geçmelerin hayatımızdaki yeri azalıyor belli bir yaştan sonra. Yaş ilerledikçe daha bir oturaklı, daha düz, daha mantıklı hale gelen oyunumuz çağa ayak uyduramaz bir role bürünüyor. Rakiplerimiz olan kızlar da yaş ilerledikçe sanki daha bir altın çağlarını yaşıyorlar. Yaratıcılıktan uzak 1-0 olsun bizim olsun anlayışı, rakibin sahanın her yerine basmayı, alan daraltmayı ve savunmayı önde kurmayı düstur edinen maceracı taktiği karşısında hezimete uğruyor gün be gün.

Çıkılan maçlar içerisinde, en dişli olduğu düşünülen rakiple yapılanlar doğal olarak en büyük etkileri bırakıyor. Sırt kaleye dönük, bir anda hiç beklemediğiniz bir yerde rakibin defanstan uzaklaştırmak için vurduğu top, arkadaşınıza çarpıp önünüzde kalıyor. Tribünlerin coşkulu gürültüsü altında kendinizden geçip topu sürüyor, sürüyor ve hiç oralı bile olmayan 4-5 savunma hamlesini savuşturduktan sonra, yine siz hiç yokmuşsunuz gibi davranan kalecinin yanından topu ağlara yolluyorsunuz. Tribünlerdeki taraftarlarınıza doğru koşarken bir de bakıyorsunuz; pozisyonun öncesinde kalkan ofsayt bayrağı. Ağlara giden top gol olarak değer kazanmıyor.* Bir de üzerine sarı kart yiyorsunuz; o kadar kaptırmışsınız ki kendinizi düdüğü duymamışsınız bile. İşte bu futbolun farkı da kart olayında ortaya çıkıyor; sarı kartı hakemden değil, rakipten görüyorsunuz; çünkü hem rakibe hem de hakeme karşı oynuyorsunuz, ikisi de aynı kişi. Bundan sonra her hareketiniz dikkatli, kontrollü, garanti olmak zorunda.

Oyun disiplininden kopmuş kızlar da var tabi, onlar konunun dışında. Ligde güçlü rakipler olduğu kadar zayıf rakipler de var. Ne kadar hafife alırsak alalım sürpriz yapamayan bu rakipler de ne yazık ki bizim ilgimize mazhar olamayan kızlar. Galatasaray, Beşiktaş, Fenerbahçe olmak bizim için tarih oluyor artık; Bursaspor’u yenmek için çabalıyoruz ama şimdi Bursaspor’un devri.

Şu her zaman geçerli bir kural: Oyunun kontrolünü rakibe verip kontra ataklarla gol bulmak, ilk golden sonrarakibin mental olarak da çökmesini sağlar. Her ne kadar Zekeriya kontra atak diye bir taktiğin varlığını kabul etmese de, kontra atağı cibiliyetsizlik, şerefsizlik olarak addetse de, bloklar arası bağlarınızın zayıf, rakibinizin güçlü oluşuyla ilgili değildir kontra atak oynamak. Rakibi yorup golü attıktan sonra tamamen kontrolü ele geçirmek amaçlıdır. Bu taktiğin faydasını taktiklerin işe yaradığı dönemde herkes gördü. Şimdiki durum ise taktikle, dizilişle, fizik kondisyonla kurtarılacak gibi durmuyor. Ruhumuzu yitirdik, sahada geziniyoruz. Ayağa paslar, kaleye dönmeler; başarılı bir istatistik tablosu peşindeyiz sanki ama galibiyete çok uzağız. Şöyle ki; sahaya maçı bize vermek için çıkan rakiplere karşı duyarsız, yenmek için yanıp tutuştuğumuz rakiplere karşı da yetersiziz. Bu işin sonu umutsuz; çünkü bize maçı vermek isteyenlerin de aynı bizim gibi yenmek için yanıp tutuşan rakipleri var. Yenmek için yanıp tutuştuğumuz rakiplerin de fark yemek için kaleyi boş bıraktıkları maçlar oluyor ama onlar bizi nasıl kaale almıyorsa, aynı şekilde kaale alınmıyorlar. Kısır oğlu kısır bir döngü.

Bu birincisi, ikincisi, üçüncüsü olmayan bir lig velhasıl. Eski Avrupa fatihi günlerimize dönebilmek çok zor görünse de, dönmek için yapmamız gereken belki tüm rakipleri ciddiye alıp sürekli önümüzdeki maça bakmaktır. Bunun dışında ise tek seçenek, beraberlikle yetinmek isteyen bir rakiple karşılaşıp futbola veda etmek gibi görünüyor.

Ne olacağı belli olmaz ama, lig uzun bir maraton.

 

>Yaşlı Amcaların Halı Saha Maçına Adam Yokluğundan Çağırdığı Boyacı Çocuk

>Pino o. Evet. Galatasaraylı Pino. Tam da kendini kanıtlamaya çalışan, takdir görmek isteyen, becerisini sonuna kadar göstermek için kıçını yırtan asi velet. Kendi takımındaki amcaların hayranlıkla izediği, her ayağına gelenin topu ona attığı kişi. Rakip takımdaki amcaların biraz kıskançlık biraz da çaresizlikle sert daldığı, yüklendiği esmer çocuk.

SEVİNÇ

Bir Galatasaraylı olarak takımımın Şükrü Saracoğlu Stadı’ndan tarihi bir fark yemeden ayrılmış oluşunun sevincini yaşıyorum. Çok da takmam gerçi, 6 yedik, 4 yedik, 3 yedik. Alışkınım ama sinirleri bozan takımın eşşek yüküyle gol yemesi değil, maçın ardından Fenerbahçelilere madara olma durumu. Artık kesmiyor “Biz UEFA Kupası aldık olum” demek. Çünkü anlamıyor adamlar. Ciddiyetini bilmiyorlar konunun. Sen kör bir adama mavinin nasıl bir renk olduğunu anlatabilir misin? Belki anlar ama, senin anlatabildiğin kadar değil, kendi anlayabildiği kadar. Bunlar kör değil. Daha zor.

Açıkça söyleyeyim, maç baştan sona kadar önceki Fenerbahçe – Galatasaray maçlarıyla aynıydı. Bizimkiler yine şut attı, pozisyona girdi, baskılı oynadı; “Tamam” dedim, “Bu akşam yine bir 4 tane yeriz”. Yemedik. Boyacı çocuk maçın son anında karşı kalede şut atıyor, süre bitmiş, korner olmuş, dönüşünde gol yemeyi bekliyorum. Bitiş düdüğü çaldı, inanamadım, 10 saniye falan bekledim; Fenerbahçe gol atmadan maç bitti. Neden? Selçuk yok!

I COULDN’T

Arda yok, Kewell* yok, Baros yok; sol açık Misimovic, forvet Pino, kalede Aykut* … Buradan ne anlıyoruz? Demek ki olay Rijkaard, Skibbe, Gerets olayı değilmiş. Sabri topla oynamayınca takım direnebiliyormuş. Hagi bunu görüp uyguladı; yemin ediyorum şampiyon yapar bizi bu taktik. Mustafa Sarp’ın frenleri boşalmış tır gibi hareket etmeyi, Ayhan’ın da futbolu bıraktığı gün, Galatasaray için yeni bir çağın başlangıcı olacaktır kanımca. Elano da yüzündeki zihinsel engelli çocuk ifadesini kaldırsın artık; bence o yüzden sert giriyorlar kendisine. “Bu embesil yılda 3 milyon alıyor”.

EVET, BU İŞTEN DE ANLIYORUM

Elinde tank gibi bir orta saha üçlüsü olması lazım eğer 3 kişiyle kuracaksan sistemini. Tamam, sen Barcelona’da yaptın o işi ama; bir uzun defansif orta saha(Toure), bir pasör(Xavi)ve bir dribbler(Iniesta) vardı orda. Mustafa Sarp, Ayhan, Barış, Arda, Elano, Misimovic’le olmaz o iş. Hangisi uzun yüksek topların geçmesini engelleyecek? Cana mı? Adamın kafayla işi yok, biçer döver gibi herif. Her kayarak müdahalesinde çimlerin bile canı yanıyor. Kim pas dağıtacak? Elano mu? Adam ilerdekilerin kaptırdığı topları kapmaktan şut atamadı geçen yıl. Ayhan mı? Topu kontrol edebilse pas da atar. Mustafa? Mustafa?… Mustafaaa?…… Cevap vermiyor… Kim top sürecek? Misimovic mi? O top sürene kadar tarla sürerim ben. 1km/h hızla bu ligde top sürdürmezler. Arda mı? Millet Hagi’yi Popescu’yu Alex’i örnek alırken o rol model olarak Hasan Şaş’ı benimsediği için, her topu kaptığında ekseni etrafında bir dönüyor, geri koşuyor, ileri koşuyor. Sola niye iniyorsun ki sen? Bok mu var solda? Topla göbekten koşacak adam lazım!

Dün akşam değişen tek şey, bilinçli olarak pres yapmasıydı Galatasaray’ın. O kadar şaşırdım, o kadar özlemişim ki. Kaç sene oldu işçilere dalan polis gibi pres yaptığını görmeyeli şu takımın. Pressiz olmaz! Bir de bilinçli olacak tabi. Dünkü gibi. 2 yıldır takım mahalle maçına çıkar gibi çıkıyor:

Aykut: “Ben de oynamak istiyorum abi beni de alın aranıza!” demiş, “O zaman kaleye geç” demişler.

Hakan Balta: Mahallenin abisi. Aslında futbolla falan işi yok da, mahallede adam yok, o yüzden çağrılıyor. Her maça çağrılıyor, abi oluşundan mütevellit.

Neill: Hakan Balta’nın kuzeni. Aslında amatör kümede forvet oynuyormuş vaktiyle ama, mahalleliye ayıp olmasın diye defansta oynuyor.

Sabri: Ne siz sorun, ne ben söyleyeyim.

Mustafa Sarp: Abuk sabuk yazılar yazan açık renkli bir tişört, sallandıkça üzerindeki milyonlarca metal parçadan şıkır şıkır sesler gelen siyah bir deri ceket, yırtık buz mavisi kot, sivri burunlu yumurta topuklu ayakkabı. 4-5 arkadaşıyla beraber hergün mahallede kuaförlük yapan arkadaşının yanına gidip çay muhabbeti yapıyor. Top oynandığını görünce gidiyor, arıza çıkarıyor, çocukları tartaklıyor, takımdaki yerini alıyor.

Misimovic: Mahalleye yeni taşınmış. Babası subay. Arkadaşı yok etrafta. İyi de oynuyor aslında ama, yeteneklerini sergileyemiyor sertlikten korktuğu için.

Pino: Sümüklü, üstü başı pis, ayakkabı boyacısı çocuk. Kale direklerinden biri bunun boya sandığı zaten.

Hagi ile düzen gelmesi de ayrı bir ironi ama, sarılacak neyi kaldı ki bizim takımın. Fenerbahçe maçından önce imza atmaya cesaret edebilecek başka adam mı var?

Neyse Zekeriya. Alt tarafı bir maç. Çok konuştuk. İşimize bakalım. Zaten kimse okumaz bu yazıyı. Meriç Tuna falan okurlar.