RSS

Kategori arşivi: depresyon

>Fortress Of Solitude – III

>
Bayağı uzun zaman oldu yazmayalı. Hiç umurumda bile olmadı yazmak bu arada; normalde içim içimi yerdi “Ulan yazayım da rahatlayayım bir-iki gün” diye. Sonra bu başlığa geri dönmek gerekti bugün. Tanımlar beynimi s.kiyormuş 10 gündür; beyni yazma moduna alınca farkına vardım. Yazmak bir yük gibi geldi bugün.

İnsanın algısı, durumları genellemeye çok meyilli. Yani işler iyi gitmeye başladığı anda sanki hiç kötü olmayacakmış gibi sürekli aynı şekilde devan edecekmişçesine tavır takınıyor insan. Alışkanlık haline geliyor mutluluk, büyüyor; 1 gramlık sevinç 100 kiloluk güldürüyor yüzü. Sonra işte illa ki bozuluyor alışılan düzen; kötü düzen bozulduğunda koymuyor o kadar çok ama iyi şeylerin sekteye uğraması her şeyi berbat ediyor. “Papaz her gün pilav yemez” demek yerine “Yine mi?” diyor insan; iyi anları bir anda geçmiş olarak addediyor ve “Bari bugün pilav yeseydi papaz” oluyor ister istemez. Doğru mu bu?

Tanım 1: Konuşacak pek çok kişi olduğu halde konuşmamayı tercih etmektir yalnızlık. Bu tercih bir zorlamadır; bazen de değildir. Bir alışkanlıktır belki, ya da tercih edilen mutlu olma yoludur. Kişinin kendisi bile karar veremez buna.

Tanım 2: Yalnızlık, boşa konuşmaktır. Yapmaya çalışıp yapamamak, yapmak isteyip imkan bulamamaktır. 10 verip 1 isteyip 0 almaktır. Hep vermek istemektir, karşılıklılığa kafayı takmaktır.

Tanım 3: Oyalanacak bir şeyler aratır; her birinin ömrü en fazla 5 dakikadır. İnsan bedeninin tam ortasında kocaman kurşundan bir kütledir; midenin üzerine abanır. Rahatsız bir kıpırtı oluşur göğüste. Kurduğu hayallerin içinden çıkmaya çalışır kişi, kabullenilmesi gereken gerçekleri koymak için onların yerine; çalıştıkça yerini kabuslar alır. Kabuslar ise daha kötü yapar ruh halini; daha da çırpınmaya başlarsınız ama mazoşist bir güdüyle boğarsınız kendinizi o kabusların içinde.

Tanım 4: Acıkmak, ama hiçbir şey yiyememektir. Mutfağa yerleşip şaheserler yaratmak, yemek piştiğinde masaya iki tabak koymaktır; birinin boş kalacağını bile bile. Tek başına yiyemektir. Ziyan etmektir yemeği; deli olmaktır israfa.

Tanım 5: Kendi kendine konuşmaktır aynada; Sims karakterine “Charisma” kasar gibi. Bir kez bile yaptığından utanıp “Ulan ne yapıyorum ben, nedir bu rezillik?” dememektir. Güzel anları hatırladıkça daralmak, ilerideki kötü olasılıklara kendini hazırlamak adına olumsuz düşünmektir.

Tanım 6: Blog yazmaktır.

Bu kadar.

 

>İçe Dönük Bir Arayış: Kıl Dönmesi – Part X

>
Alışkanlıklardan bahsedeceğim ama bahsetmek istediğim öyle uyuşturucu, kumar, içki gibi alışkanlıklar değil. Uyuşturucu dışında kalanları zaten ara sıra faydalı bile olabiliyor. Aslında alışkanlığın hangisinin kötü olduğu kişiden kişiye göre değişebilecek bir durum. Çoğu normal insana yarar sağlayacak olumlu alışkanlıklar bazılarına zarar verebiliyor. Ya da bazı alışkanlıklar, sahibi tarafından alışkanlık olarak tanımlanamadığı için iyice bağımlılık haline geliyor. Hah, işte panpa; ben de onlardan bahsediyorum.

Uyumamak mesela. Vaktiyle günlerin ne kadar kısa olduğundan yakınırdım. Topu topu 40-45 yıl adam gibi, farkında olunabilecek bir hayat var ve aq bilimadamları da diyor ki “7-8 saat uyuyun.” Oldu aq. Şimdi 8 saat bir günün 3te1i; ayda 10 gün, yılda 4 ay. Bu da demek oluyor ki yaşamın 3te 1i uykuyla geçecek. Kaç yaşında mesela Himmet amca? 60 yaşında diyelim. Çüş! Bu adam 20 yıl uyudu mu? Ulan 20 yılda neler olur be! Neler yapılır! Ama ben mesela günde maksimum 4 saat uyuyorum. Böylece 60 yaşıma geldiğimde (yok öyle bişey) ömrümün sadece 10 yıllık kısmı uykuya gitmiş olacak. Şimdi bu bana çok güzel bir alışkanlık olarak görünüyordu, aslında öyle de. Gelgelelim, bunun da bir yan etkisi var; bünye uykusuzluğa alışıyor ve yatağa yattığınızda uyumanıza kadar geçen süre, uykunuz kadar uzun sürebiliyor. Çözüm? Kendini bütün gün yormak, bitkin düşürmek, yatağa yatınca hiç sağa sola dönemeyecek kadar uykulu olmak.

İnsanın bütün gün bedenini çalıştırması, mizacı da yatkınsa rahatlatıyor insanı. Yani zaten 1 dakika olduğu yerde duramayan biriyim uzunca bir süredir. Aynı yerde 2 saat geçiremiyorum mesela; zaten ayakta bile duramıyorum, sürekli hareket halinde olmam lazım. Beden çalışıyor, zinde olunuyor falan filan. E bunun yan etkisi? Arkadaş, bütün gün ayakta kalınca zinde falan olunmuyor. Her gün bir ucundan diğer ucu taş çatlasa 2 kilometre olan kentte 20 kilometre yol katedince insanda takat kalmıyor. Ama amaç belli; uyuyabilmek: O da olmuyor işte. Sabah sokağa çık saat 10da, öğlen 1e kadar Gebze’yi tavaf et, öğleğin yarım saat veya 1 saat yemek molası, ondan sonra devam. Gece 12ye kadar. Eee? Ulan bunlar da ayak, bunlar da bacak. Uykusuzluktan uyuyamazken bir de ayak ağrısından uyuyamıyorsun bu kez. Ama dediğim gibi; alışkanlık işte, yürümeden duramıyorum artık. Nasıl olacak bilmiyorum. Aha işte daha bu akşam gezeceğim diye Taksim’den Kurtuluş’a yürüdüm ve yürümenin bir olumsuz yan etkisini daha keşfetme imkanı buldum: Travestiler tarafından küfürler eşliğinde kovalanmak. Güzergah da önemli abi.

Sadece fiziksel alışkanlıklar da değil tabi sorun çıkartan. Düşünmek de aslında oldukça kötü bir alışkanlık. Hatta kötü bir alışkanlık olduğu kabul görmüş; Türkiye’nin yarısına yakını hiç düşünmüyor mesela. Onlar yerine de düşünme ihtiyacı duyuyor insan. “Ülke nereye gidiyor’dan” başlayıp “Dünya nereye gidiyor”la sonlanan düşüncelerin beyni s.kmediği akşamlarda bu kez daha mikro boyutlarda konular kafanın içine doluyor: “Ne olacak bu takımın hali” şeklinde de görülebiliyor, “Ya şu oloay şu şekilde gelişirse?” şeklinde de. İşte bir yerden sonra düşünmek de öyle pis, öyle .rospu çocuğu bir alışkanlık haline geliyor ki; kafaya takacak bir şey bulamayacağınızdan tırsarak üstlenecek dert arar hale geliyorsunuz. Zaten o dakikadan sonra tüm manyaklar, tüm pasif-agresifler sizi buluyor. “Ay bana şöyle şöyle yaptı” – “Lan böyle böyle dedim alındı lan” gibi değil mikro, nano beyinlerin ürettiği über minik problemler rüyalara giriyor, uğraş ediniliyor. Bununla kalsa yine iyi, insanın kendisi de kafaya takacak bir sürü şey bulabiliyor yine kendisiyle alakalı. Bağımlılık haline gelen düşünme eylemi, binbir takla atılıp ayarlanan sosyal organizasyonları, randevuları erteletip kafanın içinde çalkalanıp duran düşüncelere vakit ayırmaya, yalnız kalma istencine sürüklüyor zihni. İşte böylece siz de bir pasif-agresif olmuş oluyorsunuz. Hayırlara vesile olur inşaallah.

Şimdi, alkolün, kumarın, uyuşturucunun rehabilitasyonu var bilmemnesi var. Peki bunların çaresi nedir? Sürekli “Bunların hepsi huzursuzluktan, huzur bulamamaktan ileri gelen şeyler” diyen ağzınızı yerim sizin, o apayrı bir şey. Tamam, çare huzur da; nereden alıyoruz o huzuru? Kaç para arkadaşım o? Neyse verelim! Değil mi Zekeriya?

 

>Ölü Oldum

>*Yatağım yine dağınıktı, toplamadım. Pantolonlar, atletler… Sağda solda; atılmış, buruşuk… Açık kalmış bir defter, masanın üzerinde bilmem kaçıncı sayfasında bırakılmış bir kitap, yarısında terkedilmiş bir bardak çay; ani bir ölüme benziyor odam. Ben de koltuğa serip kendimi, gözlerimi kapatıyorum ve şöyle diyorum:

-“Oğlum, öldün işte. Ne yapacaksın şimdi?”

Ölüm; kendini bir deftere yazdırmadan, bir kitaptan kendini okutmadan geliyormuş aslında. Hiç beklenmediği anı kolluyor sanki; ama her an gelebileceğini nasıl da unutturuyor elindekileri kullanarak… Tablada, külleri bir yılanın terkettiği derisi gibi filtresine kadar gri bir yol olmuş sigarada; bir yudumluk arkadaşlık yapmak için umutsuzca bekleyen bir çay bardağında, ekonomi sayfası en ön sayfasına katlanmış bir gazetede, damlalarıyla ritm tutan bir muslukta falan…

Öldüm ben. Ne yapar ölü? Ne yapacağım?

Bıraktığım koltukta buluyorum kendimi: Ayağa kalkıp, tavana dikilmiş gözlerimle, parmaklarımı çıtlatırken tam serçe parmağa geldiğinde aniden yakalanan baş parmağımla, yavaş yavaş rengini kaybedip dudaklarımı iyice belirginleştirecek kadar beyazlayan yanaklarımla ve artık inip kalkmayan göğsümle orada öylece, ölüce kalmış bedenimi koltuğun üzerinde görene kadar dikiliyorum. “İşte” diyorum, “ölmüşsün işte”.

Odamdan çıkıyorum. Çıkmam gerek. Öldüm ben. Bakalım ben giderken neler oluyor, neler dönüyor görmem lazım. Ceketimi alıyorum; ölünce insan çok üşüyor, aklınızda bulunsun. İniyorum merdivenlerden, bahçedeyim. Kediler yine aç, haykırış bağırış etrafımda dönüyorlar. Mısırlılar hakikaten doğru biliyormuş; kediler ölüleri görüyor, anlıyorlar onları. Kendilerini besleyemeyecek kadar ölü oluşumu da anlayışla karşılarlar artık.

İyi de, sokaklar aynı. Neden? İnsanlar niye umursamaz bir şekilde şen şakrak, ahlaksızca sarmaş dolaş, küfür kıyamet geziniyor ortalıkta? Az önce biri öldü!

Allah belanızı versin.

Yarın, ya da bir sonraki gün siz de öleceksiniz. Size kim yas tutacak ki zaten? Ama ben ölen herkese üzüldüm. Belki annenizdi ölen? Çoğunuzun derdini sıkıntısını dinledim, derman oldum. Nasıl gülüp eğlenebiliyorsunuz ki; daha soğumadım bile!

Her öldüğüm akşamda aynı yere gidiyorum. Aynı kafeye. Canım sigara istiyor. Bedenim de isterdi. Can bedenden boşanınca, huyları cana veriyor hakim demek ki. Sigaralı bölüm istikamet. Camın önündeki tekli masa boş. Ölülerin muhabbeti sıkar zaten, kimsenin yanına oturmamak iyi.

Masaya oturduğum gibi yakıyorum bir tane. Ciğerlerimin olması gereken yer bir rahatlayıveriyor. Allah kahretsin; yine Kral, yine Kıraç.Yaşarken sevmezdim. Ölünce dokunuyormuş insana. Ya Serdar çalıyor olsaydı? Kıraç iyidir…

Kızlı erkekli ne güzel oturuyor insanlar. Nasıl da yanaşıp öpüşüyorlar çaktırmadan; Gebze’nin günah duvarlarını yıkıyorlar akılları sıra. Ne günahı be. Yapmamak günah. Arkadaşlarım da aynı onlar gibi yapacak yarın:

-“Bu arada, ….. ölmüş lan, duydunuz mu?”

-“Evet evet, duydum. Yazık ya… Melisle Cenk pişti olmuşlar dün Taksim’de!”

-“Hadi be!? Eee?”

Allah belanızı versin.

Şu masada oturan; bana mı bakıyor ne? Görüyor mu ne? Dur bakayım… A-aa, garson bana doğru geliyor! Bu akşam da ölemedik anasını satayım. İnsanlar yine gülüyor. Hakikaten pis, ahlaksız, Allah’sız bir durum. Tama, eyvallah; ölmedim ama, şu anda birileri ölüyor: Gülmeyin. Benim gibi biri vardır içlerinde mutlaka o ölenlerin. Sizi kendinizi hiç düşünmediğiniz kadar düşünmüştür hep. Başınıza bir iş geldiğinde sırtlamıştır sizi, teselli etmiştir hiç değilse. İçine ettiklerinizi telafi etmiştir, sizi mutlu etmeye çalışırken anası ağlamıştır. Sonra gidişinizi izlemiştir…

Allah belanızı versin.

Eve dönüp yatağıma yatıyorum; ölümü bu kadar kabullenmişken gelmeyişinin derin burukluğuyla. Ölüm bile ekti beni arkadaş. O bile yarı yolda bıraktı.

Uyuyorum ve uyanıyorum her sabah uzaktan gelen ya da uzaktakilerin yakınından gelen sela sesiyle ve her sabah şöyle dedirtiyor bana:

-“Bak işte, ben dememiş miydim?”

Siz gülün tabi, eğlenin, anlatın…

-“Duydunuz mu ….. ölmüş!”

-“Hıı, duydum. Milan maçı kaç veriyodu?”

Allah belanızı versin.

 

>Yeni Hayat İçin Talepler

>Hayatın bazı eksikleri var. Bence biz tam sürüm değiliz, beta falanız. Save noktaları olsaymış keşke. “Bakalım bir şöyle deneyelim nasıl olacak” diyebilseymişiz. Pişmanlığın, keşkelerin, risk almanın korkusu olmasaymış böylece. Nasıl?

Millet, bu herkes için geçerli. Hiç ayak yapmayın; hepiniz depresyondasınız. Olmak istediğiniz yere birkaç ömür mesafede, olmak istediğiniz kişinin milyonlarca ışık yılı uzağındasınız, yaşamak istediğiniz hayatı rüyanızda bile yaşayamadınız bugüne kadar; başkaları sizin o hayal bile edemediğiniz hayatın bilmemkaç faktöryel katını yaşıyor olsa bile, çünkü o şanslı addeddiğimiz kişiler de kendi hayallerinden çok uzaklarda yaşıyor.

Bu hayatın içine ettik. Bir dahaki için birkaç talebim var. Öncelikle ekonomik problemler istemiyorum. Hatta para olmasın. Komünal yaşayalım. Şöyle komünal yaşayalım; birileri üretsin, ben yiyim. Değiş tokuş olsun; para falan bozuyor toplumu. İnsanların ahlaki değerleri arasında uçurum olmasın. Herkes dinini ve siyasi kişiliğini kendi içinde saklasın. Yani bunlar adam öldürme, dışlama, dışlanma, nemalanma, kamplaşma nedeni olmasın. İnsanlarda bir “yeter eşiği” olsun. Doyum noktası yani. “Şu da olsun daha ne isteyeyim” denilen şey vuku bulduğunda bu lafımızı çoktan unutmuş olmayalım.

Boyum bundan bir 10 santim daha uzun olsun. Saçlarımdan memnunum, eğer bundan daha fazla dökülmeyecekse. Sigaradan daha güvenilir, daha sadık dostlar olsun ki sigaranın dostluğuna karşılık vermek için kendimi parçalamayayım. Aynı şeyi içki için de söyleyebilirim. Bir dahaki sefere düztaban olmayayım, hızlı koşabileyim, daha yükseğe zıplayabileyim. Sesim daha kalın ve daha güzel olsun. Gür çıksın. Kazma değil; sportif, esnek bir vücudum olsun. Kilo aynı kalabilir.

Tekrar geldiğimde bu kadar düşünen biri olmak istemiyorum; bu da kayda geçsin. “İpimle kuşağım, s.kimle t.şağım” denen yaşam biçiminin tadını almak istiyorum. Eğer bu olmayacaksa çevremde aklıma takılacak olaylar gelişmesin. Kendi hayatının içine s.çan insanlar olmasın. Kimse saçmalamasın; ya da dediğim gibi saçmalayan ve kendi hayatının içine s.çan insanları ben onlardan fazla düşünmeyeyim. Ya da onlara sunduğum çözümleri uygulasınlar. Benim sunduğum çözümler işe yarasın gibi bir dilekte bulunmama gerek yok, bu kısmı değiştirmek için uğraşılmasın; ayarı falan bozulur sonra.

“Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” gibi bir mecburiyet yok. Şahsen kendi adıma görünen ve görünmeyen hakkında fikir edinebiliyorum. Sanırım insanların değişmeyeceğini de öğreneceğim yakında. Yine de küçük bir yamayla “İnsanın özüne aykırı alışkanlıklar edinmeye çalışması; içinde bulunamayacağı, kabul görmeyeceği, kabul görse rahat edemeyeceği ortamlara girmek için kıçını yırtması” bug’ı ortadan kaldırılsın. Kısacası, insanların sorunlarını düzeltmek bana kalmasın. Çünkü ben söyleyince pek etkili olmuyor; sen oradan daha iyi anlarsın. Bunu yapmak senin işin. Ben de senden yardım istemiştim hep.

Bunların hiçbiri olmayacaksa, bari birkaç hile olsun. Çok şey istemiyorum. Haşa, “God Mode” falan istemem; sana şirk mi koşayım bu yaşta? Duvarlardan geçme, zamanı durdurma gibi varolan fiziksel düzeni yıkmaya yönelik şeyler de değil istediğim. Ya işte, şu “özgür irade” olayına küçücük bir müdahalede bulunamaz mıyım? Ha?

 

>Çok Farklı Mağlubiyet

>Taktik belliydi. Rakibi, kendi zayıf görünen oyun anlayışı içinde kündeye getirip kontra ataklarla gol arayacaktı. Oyuncularına son taktikleri verdi; kendi yarı sahasında top çevirecek, başarılı veya başarısız uzun toplarla çıkmaya çalışır görünüp takımın büyük kısmını geride tutacaktı. İlerideki birkaç kişiyle rakip defansı meşgul edecek, rakibin atak üstüne atak geliştirdiği anlarda uzun forvetini orta sahaya çekip kısa ve hızlı kanat oyuncularıyla gol arayacaktı. Kendinden çok emindi; rakibi çok iyi tanımasa da eski günlerinde olmadığını biliyordu. Çocuk oyuncağı olacak, istediğini alacaktı.

Takım sahaya çıktığında herkes gibi o da heyecanlıydı, uzun zaman olmuştu. Tüm seyircilerin heyecanlı ve çekişmeli olmasını beklediği bu maçı kafasında bitirmişti; çok kolay olacaktı. Takımının kullandığı santrayla birlikte top uzunca bir süre boyunca kendi takımının oyuncularının ayaklarında dolandı. Arada gerideki oyuncuları uzun toplar atıyor, rakip defanstan dönen toplar bilmem kaç pas boyunca yine kendi takımında kalıyordu. Takım top çevirerek neredeyse hiç yorulmamış, rakip ise sonuç vermeyen presin etkisiyle neredeyse bitmişti ilk yarının sonlarına doğru yaklaşılırken.

Dakikalar 35’i gösteriyordu; rakibin olgun ataklarından ilki kaleye yaklaşmıştı ama pek sonuç verecek gibi gözükmüyordu. Atılan ilk şut, kaleci için kolay olmasına rağmen garantici davranışı nedeniyle korner oldu. Rakip kanat oyuncusu korner için kenara gittiğinde kendi kanat oyuncularını da ileri yolladı. Kavisli vuruş kalecinin yumruğuyla havada süzülürken hızla ileri atıldı sağ açık, sol açık ise kafasıyla uzunca bir pas çıkardı takım arkadaşına. Son adamı geçmekte zorlanmayan sağ açık oyuncusu, kalecinin de yanından topu ağlara gönderdi; ilk yarının skoru 1-0 olarak tescil edildi.

Soyunma odasına giderken o kadar mutluydu ki, sanki ilk yarı değil maç bitmişti. Bu skor geri döndürülemezdi. Muhteşem bir savunma taktiği vardı; tüm takım savunma yapacak, bekler uzun top oynayıp açıkları besleyecek; ilerideki tek forvet de kalaye sırtı dönük olarak topu açık oyunculara paslayacaktı. Farkın açılması işten bile değildi. Rakibi ambale etmek için de oyuncu değişikliği stratejisini belirlemişti: savunmadan bir oyuncu çıkaracak ve bir kanat oyuncusu daha alacaktı oyuna. Rakibin anlayamayacağı bir taktikti bu. İlerideki tek uzun hücumcu, kendi kalecisinin attığı uzun topları arkadaşlarına indirecek karşı yarı sahadaki bir libero görevinde oynayacaktı. Üçlenen defans, kalabalıklaşan orta sahanın arkasında neredeyse tamamen işsiz kalacak, iki açık oyuncusuna artı olarak alınan üçüncü açık oyuncu orta sahanın ortasında görevlendirilip, pivot forvetin ortaya indirdiği topları alıp ileri taşıyacaktı. Böylece sağ ve soldan içeri çapraz koşular yapan kanat oyuncuları, uzun forvetin peşinde sürüklediği defans oyuncularından kurtulup boşta kalacak, fark daha da açılacaktı.

İkinci yarı rakibin santrasıyla başladı. Rakibin kendi yarı sahasında top çevirdiği ilk beş dakikaya kimse anlam veremedi. Daha sonra orta sahadan bir oyuncu çıkarıp aldığı kısa santrforla forveti ikileyince bizimkinin yüzünde gülücükler açtı. Rakip beklenen hamleyi yapmıştı. Artık gerisi kanat oyuncularının bitiriciliğiyle ilgiliydi.

Bir yanlışlık vardı işte. Kısa forvet oyuncusu ileride oynuyor olmasına rağmen topa dokunmuyordu. 3lü ve ağır defansın arasında oradan oraya koşturarak herkesi peşinden sürüklüyor; yetenekli ama Allah’tan ağır uzun forvet ise pozisyonları zamanında değerlendiremiyordu. Bizimkisi havalara girdi; yorulan beklerden birini çıkarıp yerine yedeğini aldı. Bu değişiklik bir zaruretten çok bir kendine güven gösterisiydi. Taktik saat gibi işliyor, rakip de engel olamıyordu. 70 dakika geride kalmıştı.

Dakikalar 72yi gösterirken rakip klasik bir hamle yaptı; defansın göbeğinden bir adam alıp yerine orta saha oyuncusu aldı. Çok da dikkate alınacak bir hamle değildi. Lakin baskı artmış, oyuncular da rehavete kapıldığından kalede çok fazla pozisyon verilmeye başlanmıştı. 75’te olan oldu, rakip kullandığı korner atışında golle tanıştı, beraberlik geldi. Bizimkinin içindeki özgüvenin yerini bir anda telaş aldı; kafasında emin olduğu işe yarar bir sürü taktik vardı ama hangisini seçeceğini bilemiyordu. Bir anda değişti tüm işler. Rakip forvet o kadar emindi ki galibiyetten, topu kaleden çıkarıp santraya kadar götürdü, üşenmedi.

Hakem maçı tekrar başlattı. Takım kendinde değildi, başıboş hale gelmişti bir anda. Rakibin savunmada verdiği açıkları değerlendiremiyor, tamamen rakibin kontolünde ilerleyen satranç gibi bir hale gelen oyunda figüranlıktan öteye gidemiyordu. Rakip açık veriyor gibi gibi görünse de bizimkinin verdiği anlık ve yanlış kararları değerlendirip iyiden iyiye baskı kuruyordu. İkinci gol gecikmedi böylece. Henüz birkaç dakika geçmişti ki rakip elini kolunu sallayarak ceza sahasına girdi ve ikinci golü buldu. Dağılmıştı ev sahibi. Hoca suçu kendinde bulamıyordu; taktiği yıkılmazdı, lakin rakip yenilmez bir rakipti. Yapılabilecek fazla bir şey yoktu. Farkın açılmasını önlemek için hücum oyuncusunu çıkarıp bir defans aldı. Yine de kontrol artık gitmişti bir kere. Doksan dakika dolana kadar ardı ardına geldi goller. En son tabelaya baktığında fark utanılacak boyuttaydı. Son düdük çalıp her şey bittiğinde hala eli ayağı titriyordu.

Basın mensupları dizilmişti, ilk önce ev sahibine yöneltiler soruları. Ev sahibi takımın hocasının yüzünde donuk, emin bir ifade vardı:

-“Kazanacağımızdan emindik. Zor gibi görünse de aslında oyun hep kontrolümüz altındaydı. Önümüzde daha önemli bir maç var, şu andan itibaren onu düşünüyoruz.”

Sıra bizimkine geldi. Basın mensuplarının bir kısmı salonu terketmişti bile. Bizimki ise sorulabilecek soruları düşünüyor, ne cevap vereceğini planlamaya çalışıyordu. Rakibi büyütse, kendini küçültmüş olacaktı. Bıkmıştı artık bu küçük görünen ama büyük gelen rakiplere farklı kaybedilen maçlardan. Kabul etmesi gereken ama edemediği gerçek şuydu; bu ligde işi yoktu. Farklı bir ligde daha mutlu, daha başarılı olabilirdi ama olma kistediği lig de buydu. Soru sormak için kalkan ellere boş boş bakıyor, kendisini ezen rakibe karşı söyleyecek mantıklı bir iki iğneleyici söz arıyordu ama nafile. Ve gelen ilk soru, en korktuğu soru oldu:

-“Sizce de pes etmenin vakti gelmedi mi?”

erkek olsaydın, ne demek istediğimi anlardın.

 

>Fortress Of Solitude – II

>SoloCharla * * aklıma soktu, bahset demişti geçenlerde. Konusu bir başkasıyla da açılınca dayanamadım. Ya ne kadar çok şey söylenebiliyor konu hakkında, şaşırıyorum. Her gün daha değişik bir hali canlanıyor gözümün önünde. Bu değişik bir şey, bir anda büyüyüp bir anda küçülüyor, atıyor böyle baş zonklaması gibi. Küt diye vuruyor beyninin ta ortasındaki damara, sonra sakinliyor.

Sevgili Solo, yalnızlık demenin öyle “Aman evde kimse yok, ışığı kapatmaya korkuyorum” gibi bir konu olmadığını söylemiştim. Belki de öyledir, belki de çok ukalayımdır bilemem. Bana göre öyle değil. Mesela şu an evde her derdime derman olabilecek türde 3 kişi var. Ama hiç de öyle sosyal bir ortam olduğunu söyleyemeyeceğim. Yalnızlık alışkanlık yapan bir şey. Benim, senin ve bize benzeyenlerin kanına karıştıktan sonra artık bir daha eskisi gibi olamayacağımız bir bileşen. Aynı yerde yarım saatten fazla kalamamak, delicesine görmek istediğin kişiyi 15 dakika gördükten sonra ekmek için binlerce bahane aramak veya sadece yalnız kalabilmek adına insanları kırmak; ardından da ışığı ve perdeleri kapatıp, odanın en kuytu yerine oturup ne kadar da yalnız olduğunu düşünmek; bu yalnızlık. Yalnızlığa mahkum olmak, yenilmek, kendini kaptırmak.

Bir hastalık olarak kapılan bu yalnızlık aslında bir virüs. Daha önce güven, ilgi, takdir alanlarının tamamında tadılan başarısızlık ve ortaya çıkan sonucun utanç olarak değerlendirilmesi. Yalnızlık, kendine güvensizlikten doğar. Bu yanlış değil, bunun aksini kesinlikle kanıtlayamazsın veya başka bir şey olduğunu iddia edemezsin. Bu tür bir yalnızlık eğer bünyede mevcutsa, insanın kendisini zorla inandırdığı ve başkalarını da inandırmaya çalıştığı bir özgüven tiyatrosuna dönüşürüyor. Bu oyunda iki tarafı birden inandıramıyorsunuz, ve bu oyunu oynamaya mecbur hissediyor insan. Bunda da başarısız olunur ve pes edilirse; oyun oynamayı bırakırsa kişi, bunun yerine neyi koyacağını bilemiyor çünkü. Unutuluyor bir yerden sonra insanı yalnızlığa iten neden; kişi kendisini bu yalnızlığa iten kişilerden biri hariç diğerlerini unutuyor. Takıntı haline getiriyor o seçtiği kişiyi; hastalığın en çekilmez yanı da bu oluyor. Bir yandan nefret duyup tüm suçları ona yüklerken, diğer yandan da onun da haklı olabileceği düşüncesine kapılıyor zayıf anlarında. Şunu da tekrar ediyor sık sık, kendini iyice kötü hissetmek için: “Ben bu kadar düşünüp konuşurken, o ne yapıyor farkında mısın?” Yalnızlık virüsü varsa insanda, sürekli içinde bulunduğu olumsuz ruh halini daha da olumsuz hale getirecek hareketlerde bulunuyor.

Bir diğer saçma yanı bu yalnızlığın, insanı güçlendirdiği düşüncesi. Bir yerde güçlendirir; tek insanın tek başına yapması gereken şeyleri yapmak konusunda tecrübe edindirir. Yargılanmama ve rahatsız edilmeme gibi artıları vardır ama yalnızlığın tek bir yan etkisiz faydası varsa, o da insanı sosyal olacağı ana hazırlaması; daha dolu, verimli, istediğini alabilecek hale getirmesidir. Yalnızlığın eksileri ise saymakla bitmeyeceği gibi, en önemlileri içine kapanma, agresifleşme ve saklanmadır. Bu üçünün içinde de saklanmak en ciddi sorundur; insanın kendisini yalnızlaştırmasının nedeni değersiz görüldüğü hissidir her zaman. Temeline inildiğinde çıkan şey mutlaka budur. Herkese karşı ayrı ayrı olumsuz düşünceler üretmeye mecbur bırakır insanı. Güvensizliğin ortaya çıktığı nokta da burası. Güven algısını yıkan kişiye duyduğu öfke, karşısına çıkan en ilgili kişinin ilgisini suistimal etme ihtiyacı hissettirir kişiye. Yorar, bezdirir, yıpratır iki kişiyi de. Hele ki ilgiyi gösteren kişi, daha önce o güveni paramparça eden kişi ise (ki bu şans insanın milyonda bir eline geçer); ne kadar iyi niyetli olmaya çabalanırsa çabalansın, bilinç altının kontrol ettiği bir intikam operasyonuna döner ilişki. Yine de insanın ruhunu temizlemez; intikam alan kişi, başkasının kendisine yaptığında hoşlanmadığı bir şeyi yapmıştır, kendi kurallarını çiğnemiştir ve eskisi gibi olamaz kendi gözünde. Bu yüzden sana tavsiyem Solo; intikam alacak şansı bulduğunda onu görmezden gelmen olacaktır.


A: Yalnızlık iyidir
:

Kafa şişmez. Hayalkırıklığı olmaz. İnatla ilgi çekmek isteyenleri görmezden gelmek, gururlarıyla oynamak; ego için besleyiciliği en yüksek yiyecektir. Kendi kişiliğini oluşturmuş, kendine has özellikleri olan bir insan gibi hissettirir. Kişi kendi özelliklerinin farkına varır. İlginin karşılığını vermek zayıflıktır; piç olmak, yıkan olmak, besin zincirinin en tepesinde tek başına durmak; ulaşılmaz olmak ve en değerli av olmak hissini verir.

B: Yalnızlık kötüdür:

Çünkü yalnız kalmak aslında sadece bir ihtiyaçtır; sosyal olmak ise bir ihtiyaç değil bir zorunluluktur. Yalnız birey güçlü birey falan değildir; yalnız birey kendini güçlü olduğuna inandıran bireydir. Yalnızım diye ağlamaz, şikayet etmez. Yalnız kişiden farklı olarak yalnız olmayan kişi; topluluk içerisinde (ki bu topluluk iki kişiden de oluşuyor olabilir) ne gibi özelliklerini ortaya çıkarabileceğinin farkına varmış olan kişidir; yalnız olan kişi bu özelliklerini asla öğrenemez. Yalnızın yanılgısı da burada ortaya çıkar; yalnızlık değil, yalnızlığa engel olmaktır insanı hayal kırıklığından uzak tutan. Yalnız kişinin gözleri, kendi kafasına sabitlediği gözlükleri çıkarmadan ilgiyi, sevgiyi göremez. Yalnız kişiye de bunları göstermeye çalışan çok fazla kişi çıkmayacaktır. Bu gözlükleri çıkarmak çok zor; Tom Creo olursun; Izzy senin çabanın değerini anlamaz, gereksiz bulur. “Don’t worry…everything is alright…” dediğinde sen başka yerdesindir, o başka yerde. Binbaşı Tom olursun; başkalarına fayda sağlamak için kendini harcarsın. Ve tüm bunları beceremediğini düşündüğün anda seni saçma sapan işler yapmaya sürükler yalnızlık. Aman.

O kadar öznel yazdım ki; ben bile ne demek istediğimi anlayamadım Solo. Yine aynı şekilde öznel belirtecek olursam, yalnızlık; Akon‘dan, Nana‘dan nasihat alınacak kadar sulu, yavşak bir konu değildir. Yalnızlık; Space Oddity‘dir, Go‘dur. Joe Satriani‘den, Chris Rea‘dan, Chris Cornell‘dan dinlenir. Sen de bir şeyler yaz madem; karpuz kabukları hakkında. Bu da benim siparişim olsun.

 

>Aq!

>
Aq kedisi öyle bir anırıyor ki evin kapısında, sanki canlı canlı pişiriyorlar hayvanı. Dayanamıyorum şu sese, hiçbir şeye dayanamıyorum zaten ama şu kedi ciyaklaması yok mu; katil eder insanı. Gitmiş mal suyun içine oturmuş titreye titreye haykırıyor. Kedisin ulan, bi kuytu bi sığınak bulamadın mı? Yok aq. Ben bulacam. Biliyor pezevenk. Gittim yine kutulardan kestim biçtim bi yuva yaptım buna. Aq, müteahhit oldum aq hayvanları yüzünden.

Evet; cinnet dolu, öfke dolu bir haftasonunda yine birlikteyiz. Bana neler olduğunu soran ve ne olduğunu bilmeden nasihat veren onlarca kişiyi kılıçtan geçirdiğim rüyalarla bezeli kesik kesik ve kısa uykucuklar; oturmadan geçen uzun saatler, bacak ağrıları ve etrafa içten veya dıştan edilen küfürlerle geçecek 48 saat. Sağa sola telaşla koşturacağım, sinirlerimi kontrol edemeyeceğim bu 48 saatte suyuma gidilmesi, reflekslerimin altında kişiye özel nedenler aranmaması önemle rica olunur; çünkü gerçekten elimden bir kaza çıkabilir uyarıyorum.

Ne olduğunu sorma bak .mına koyacam en sonunda; ben de bilmiyorum aq lan! İki sabahtır buz gibi havada üzerimde incecik sıvetşörtle (sweat shirt, he aq he), ıslak saçla çıkıyorum dışarı hasta olayım diye. Ulan zaten günde 2 paket az geliyor artık, 3e geçtim hala ciğerler şu andakinden daha da kötü olmuyor. Lan hani bronşit vardı bende? Sigaraya başladım, bronşitim geçti aq! Yürüyorum yağmurda mal gibi öyle; sağımdan bişey geçiyor çarpıyorum, kafam zaten hep önde yerde bişeyler arıyomuş gibi, ayaklar sırılsıklam olmuş su birikintilerine dalıp çıkmaktan ama lan işte bayılmıyorum ki ben! Bilmiyorum ne bu?!

Anne:
-E ama oğlum niye yemiyosun?
-E aç değilim?
-Ama sabah da bişey yemedin evladım.
-Sabah da aç değildim.
-Ama aç aç durulmaz ki öy..
-HIIAIAAAAAAA!!

Yemeyeceğim işte. Ulan bak belki de yiyecektim. Yahu bir laftan sözden anlamaz mı insan ya? Bugünkü halimi hatırlamıyorum ama yemin ederim yemek yiyip yemeyeceğim sorulduğu için aç kalmışlığım var benim ya. Lan yersem yerim işte!

Baba:
-Şu halloldu mu?
-Evet.
-Bu?
-Evet.
-O?
-Halloldu.
-Şunlar?
-(!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!) Halloldu baba.
-Öbürleri?
-EVET!
-Ne o öyle ters türs cevap vermek falan?
-HIIIAAAAIAAAAAAAAA!!!!!!!!

Bir huzur istiyorum ulan 2 saniyelik yalandan bir huzur! Tatlıymış tuzluymuş s.kimde olmaz! Beynim olmuş dusch das, azıcık rahat verin ya!

-Hayırdır canım, daldın? Ne düşünüyorsun?
Eşşeğin s.kini düşünüyorum.
-N’oldu şekerim? Moralin mi bozuk?
Evet moralim bozuk çünkü bok.
-Aaa, sinirlisin sen!
Evet sinirliyim; ananın .mından dolayı.

Göğsümün içinde 2 tane eleman var, bir meşin top bulmuşlar biryerlerden; dan dun abanıp duruyorlar içeride öyle duvarlara doğru. Ne konu biliyor ne komşu sülalesini s.ktiklerim. Sıkılıyorum, daralıyorum. LA BİLMİYORUM! Dün elimi ısırırken yakaladım kendimi, ağlayana kadar ısırmaya zorlarken kendime geldim. Nedenini anlayamadım aq, manyak mıyım ne oldum sapıttım mı? Aq, zaten bir baktım elime; pasta kalıbı gibi içeri çökmüş diş izleri. Ya tenim marşmelov mudur nedir ne s.kimse işte ondan yapılmış, ya da çenemde güç yok anasını satayım. Canım da yandı halbuki bayaa, gözlerim kurumuş olabilir. Kaç yıl oldu ağlayamadım 1 kere be aq.

Ne yapmış? Yine devirmiş hayvan oğlu hayvan. Geber. Allah belanı versin. Şimdi kutunun üstüne iki taş koydum, bunu da deviBAĞIRMA LAN! Allah Allah ya! Gir lan şunun içine!

Bahçemde skindirik küçük buz gibi ve karanlık bir kulübe var. Dün gece geç saatte orada olduğumu farkettim. Öyle yere uzanmışım yan yan yatıyorum. Saate baktım, nereden baksan 3 saattir oradayım. Ne yapıyorum? Bilmiyorum yahu, vallahi bilmiyorum. Düşündüm işte, sabahtan akşama kadar kafamda bir şeyler var; düşün düşün bitmiyor aq! Hayır, ne düşündüğümü de hatırlamıyorum. Hatırlıyorum aslında ama, her saniye değişiyor düşündüğüm. Aynı anda 10 tane şey düşünüyorum bazen, kafam almıyor lan! Bütün gün koridorda volta, bir ileri bir geri. Neden? Düşünüyorum işte. Ne düşünüyorum? Belli değil ki! Bir saniyeliğine bir şey düşünüp gülüyorum. Ondan sonra başka bir şey giriyor aklıma, üzülüyorum. Hop, iki üç saniye sonra başka bir şey daha; bu sefer telaşlanıyorum, s.kim bacağıma dolanıyor. Nasıl bir arızadır bu, nerede hata verdim ben?

-Lan kahveye gidelim mi?
-Gelmem aq!
-Lan gidelim bir yerde çay içelim?
-İstemiyorum lan skirit!
-Lan sen de bana patlıyon ha!
-Çekme o zaman pimi!

Arkadaş; yarın bütün gün ayakta olacağım. Yine telefonum her çaldığında “Aha arıyo” dediğim insan aramayacak. Yine cinnet geçirtecek muhabbetlere taraf olacağım. Yine ahkam kesikleri içinde kalıp kan kaybından öleceğim 2 gün boyunca:

-Çok içiyorsun
-Sana ne aq!
-Günde 3 paket sigara mı içilir?
-İçiyorum işte, g.tüne mi battı?
-Niye bu kadar sinirlisin?
-Niye bu kadar o.ospusun?

E davarın soyu, e be avradını s.ktiğim; nasıl devirdin o kutuyu? Boyun devrilsin puşt. Bak bir de şu ilginçliği var hayvanın; götü yırtılana kadar bağırıyor beni çağırmak için, gidiyorum yanına, ulan işte ev yaptığımı anlamışsın sana içine girmeye çalışmışsın yıkmışsın evin kolonlarını; ne lan o pıhlamalar hıslamalar? İbnenin evladı; gel beni tırmala diye mi yapıyorum ben bunu? Soğukta üşüme diye yapıyorum piç! Hala abuk sabuk sesler çıkarıyor; ulan kediler bile miyavlamıyor artık. Miyör diyor, geör diyor böyle abuk sabuk sesler. Ulan kedisi miyavlamayan memlekette yaşanır mı hay aq ya! Delirecem lan!

40 yaşıma bir şey kalmadı, topu topu 13 sene. Ben içimdeki umursar kişiliği hala öldüremedim; onu n’apcaz? Ahkam mı kesiyorum? Çok mu kafaya takıyorum? EVET! Niye mi? BİLMİYORUM AQ BİLMİYORUM!

İnsan ne ile yaşar? Huzur ile mi? Yok ki işte! Para ile mi? Ne alakası var! Saadet ile mi? O ne aq? Ambale oldu bünye; bi an mutlu, 5 an mutsuz, 8 an sinirli, x an mala bağlamış. Başkalarının mutluluğuyla mutlu olmak aptalca mı? Ne alakası var? Gebereyim o zaman aq!

Söylediklerim çok mu üzdü? E aq salağı; ya söylemediklerim? Söylediklerim beni de üzüyor bazen. Ya söyleyemediklerim? Bir düşünsene! Ben artık düşünemiyorum. Aynı anda zaten milyon tane şey düşünmeye zorlanmışım. Aynaya bakıp konuşuyorum çoğu zaman; kendimi çekemiyorum lan artık! Ne çene varmış bende be! Allah’tan görüntü fena değil! O kadar istiyorum ki birileri beni darp etsin, açık yaralar oluşsun vücudumda. Öyle bir his var ki içimde, sigarayı kolumda söndürdüğümde canım o kadar da yanmayacakmış gibi.

Neler oluyor ulan? Nereye gidiyorum ben? Ne yapıyorum? Ne bu sinir, öfke? Tahammül sınırlarına mı dayandım yoksa? Ya yarın yine arasın diye beklediğim yerine aramasın diye dua ettiğim ararsa? Delirtmeyin lan!

Bak hala ya. Allah seni nasıl biliyorsa öyle yapsın. Hala vik vik bağırıyor ya. E ben ne yapacağım? Ta bahçeye kadar inip bakacağım derdi ne diye. Aç mı kalmış, susuz mu kalmış, evi mi yıkılmış, korkmuş mu? Hey Allah’ım ya. Kim kimle uğraşır bu devirde? Şanslı pezevenk.

 

>Yağmur Yağar Enine Enine

>Yağmurun doğası gereği yukarıdan aşağıya doğru yağması gerek. Bulutlardan çıkıyor bu su taneleri işte, yer çekimiyle birlikte (9,80665 m/s2) gittikçe hızlanarak aşağı doğru iniyor ve saatte kim bilir kaç kilometre hızla kelimin ortasına vuruyor. Canı yanıyor insanın. Yaşadığım yerde ise farkettiğim; fırtınayla birlikte yağmur yağdığında fizik kuralları alt üst oluyor. Yani yağmurun enine (horizontal yani, o manada demek istedim) yağdığı tek yer Gebze herhalde. Elimde şemsiye var, vertikal yağan (yani normal yağan) yağmur için üretilmiş. Elimdeki şemsiye, yağmur karşıdan suratıma suratıma gelirken hiçbir işe yaramıyor. Kurşuna dizilir gibi, göz açamadan elinde şemsiyeyle yürüyen insanlar topluluğu; mal gibi bir görüntü.



Fırtınayla da yağsa, seller de götürse ortalığı, seviyorum ben yağmuru kardeşim. Sokaklar bomboş bir kere. Aq salakları. Dolaşın işte yağmurda. O kadar zevkli ki. Ben şu an ancak dışarıyı izleyebiliyorum, vakit buldukça da çıkıyorum kapının önüne, sağımı solumu bir güzel ıslattırıyorum yağmura, geri geliyorum. Sonra bir müşteri geliyor, iş yerinde bir adam karşılıyor onu; sırılsıklam. Eğlenceli. Güzel. Sonbaharın en büyük avantajı yağmur. Sonra soğuk geliyor tabi. Bu ikisinin ortak faydaları ise daha az et görmek, sağdan soldan pörtleyen göbekler görmüyoruz yağmurlar başladıktan sonra. Hatta insan görmüyoruz, ne iyi.


Birkaç yıl öncesine kadar “Yağmur yok, barajlar boş, bu ne sıcak sonbahar!”çemirişlerini hatırladıkça kan beynime sıçrıyor. Ne çabuk unuttunuz lan? “Ay pek bir yağmur var dışarda, bu havalar ne böyle…”. Ne olacağıdı? Çık, dışarı çık. O yağmur bir yağsın üstüne, kafana kafana bir vursun, suratına çarpsın tokatlasın bir güzel. Rahatlatır, gevşetir insanı. Ben size tahammül edebilmek için yağmurun gelmesini bekledim. Yağmur olmasa çekilir misiniz lan siz?
Aq malları…

Artık havalar eskisi gibi olmayacak. Yağmuru bulmuşken tadını çıkarın. Klişedir bilmem nedir ama, yağmurda el ele dolaşmadan sonbahar geçmez. Yağmurda beraber dolaşmaya değecek biri varsa yanınızda, hıyar gibi oturmayın evde. Yok mu? Telefonunuz zır zır çalıyor mu 15 dakikada bir hiç aramasını istemediğiniz biri tarafından? Aramak istediğiniz kişiyi aramak için eliniz gitmiyor mu telefona? Aradığınızda açmayacak mı? O zaman bırakın o aq telefonunu evde, öyle çıkın dışarı. Durmayın o evde.
 

>Kafam Güzel, Hem Alkolik Oldum Hem Melankolik

>
Sanki bu hayat sadece benimmiş gibi geliyor. Sanki herkes köşeyi döndükten sonra koşa koşa sokağın diğer tarafına gidip farklı bi kostümle bir daha yanımdan geçecekmiş gibi. Benim için ayarlanmış bir hayat. Ölmeyeceğim mesela ben. Başıma hep olmasına ihtimal verilmeyen şeyler gelecek. Sabır göstermeyi kolaylaştırıyor böyle düşünmek. Belki de gerçekten öyle. Bana özel bir hayat. Matrix gibi – değil gibi. Ya da Truman Show. Çok mu film izliyorum?

Ya da belki yaşadık hepimiz, öldük. Belki de kıyamet çoktan koptu, cesetlerimiz diğer dünyaya gitti ve bir rüya olarak ömrümüzü izliyoruz şu anda. Hem bu dejavuları da açıklar. Hani rüyayı 3-4 saniyede görüyoruz da, ancak 1-2 saatte idrak ediyoruz ya, işte ara belleğe alırken beynimiz framelerin sırasını karıştırıyor, rüya saçma bi hale geliyor. İşte biz de öbür dünyadayız şu anda, yaşadığımız hayatı izledik, şimdi idrak ediyoruz. Aslında böyle düşünmek rahatsız ediyor beni, şevkini kırıyor insanın. Hiçbirşey yapasım gelmiyor. İşte, idrak durumu. Ya da sorgulama. Yıllar önce babam bende buna benzer bir 3. göz açmıştı; bahçede bi solucan gördüm, suyun içinde kıvranıp duruyor. Nasıl üzüldüm. Aldım toprağa attım hemen. Yavaş yavaş sürünerek gitti. Sonra bir akreple karşılaştım mutfakta; küçük bişey ama ben de küçüğüm. Bi karton parçasının üzerine sürükleyip bahçeye attım. Sonra babama söyledim. O da dedi ki “Afferin, böle sevap işle işte. Cennete gidersin.” O kadar üzüldüm ki. Bir daha hiç içimden gelerek bir iyilik yaptığımı hissedemeyeceğim sandım. Ben sevap olsun diye yapmadım ki onları. Yaranmak, yalakalık yapmak için yapmadım. Benim gayet içimden gelmişti, acıdım, ne olacak bunların hali dedim ve yaptım. O gün bu gündür bi iyilik yaptığım zaman kendimi kötü hissediyorum; kaypak, çıkarcı, üçkağıtçı… Ben de paso iyilik yapıyorum artık, belki bazıları kaypak hissettirmez diye.

Saçma sapan bi yazı oluyor şu anda, toparlayamayacağım öyle başladığı gibi gitsin.

Yıllardan beri ilerde nasıl bi hayatım olacağının hayalini kurarım. Tabii ki çok para (olmayacak değil, olacak, biliyorum), bir sürü boş zaman. Hatta plan bile yapmıştım; dünyanın üç ayrı yerinde üç tane evim olacak. Tıpatıp aynı evler. Krokisini falan çizdim. O evlerin içlerinde de aynı şeyler olacak; aynı duvarda aynı tablo, perdeler aynı, televizyonların markası aynı, hatta ve hatta bahçelerinde aynı cins köpek. Her hafta birinde kalcam evlerin. Akşam içip zurna gibi olduktan sonra sabah uyandığımda etrafıma bakıp diyeceğim ki “Acaba 3 evden hangisindeyim, hangi ülkedeyim şu an?” Hayal işte, ama ne yaparsam yapayım, 40 yaşımdan sonrasını göremedim hiç hayalimde. İşin ilginç yanı, sadece kendimi görüyorum bir de; başka kimse yok. Sürekli “Hacı ben zaten 40 yaşımı göremeyeceğim ki, o yüzden…” kalıplı cümleler kurmamın nedeni budur arkadaşlar. Günde 2 paket sigara, alkol, bi de yalnızlık; değil 40, 30’umu görsem kardayım.

En çok istediğim şeylerden biri de yazmaktı, bir doğru düzgün yazamadım. Kafam o kadar karışık ki, yirmi yıldır gece yattıktan ancak 2-3 saat sonra uyuyabiliyorum. Çekmecelerim, raflarım yarım kalmış hikayelerle doldu, tamamlayamıyorum. O yüzden yazma işi bir sonraki hayatıma kadar bekleyecek gibi görünüyor. Bir de müzik var tabi. Babama yalvarırdım bana bir enstrüman alsın diye hep. Duyduğum müziği bir daha unutmaz, bir şarkının içinden basları ritimleri leadleri ayırırdım kendi kafamda. Kulağım iyiydi, şevkim vardı. Ta ki babam bana “Al bak, istiyordun. Kıymetini bil” deyip Çin malı teneke bir mızıka verene kadar.

Fantastik bi evrende yaşasaydım keşke; ya da ortaçağda falan olsaydık. Para para diye g.tümüzü yırtıp lüks şeyler elde etmek için çırpınmazdık. Hayat daha zor olurdu belki, ama anlaması kolay olurdu en azından. Vahşi değilmiş ki o zaman hayat. Sadece insanların niyetlerini belli etmeme gibi bir dertleri yokmuş, hayatta kalma güdüleri geçici zevklerinden daha öndeymiş. “Bir elimde kılıç, bir elimde balta, umurumda tabii ki dünya aq” güzel bi motto…

Fantastik demişken; Terry Gilliam hayal gücüne sahip olmak isterdim şahsen. Gözlerimi kapadığımda canım hiç sıkılmazdı heralde! Her uyuduğumda ayrı bi macera. Bak o zaman yazardım onları işte, bestseller olurdu.

İstasyon olduk anasını satayım…

Yalnızım diyorum ama çok ezik oldu aslında. Acındırıyormuş gibi. Benim ortaya çıkardığım bir problem yalnızlık. İnsanlarla olan münasebetimin bir sonucu. Çok üstüme vazifeymiş gibi herkesin derdiyle uğraş dur; “Ne kadar iyi, ne kadar düşünceli bir insanım” demek için kendi kendine. (“İyi bir insan olduğunuz için dünyanın size adil davranmasını beklemek, vejeteryan olduğunuz için bir boğanın size saldırmamasını beklemek gibidir” demiş artisin biri; maalesef doğru demiş.) Sonra karşıdan bir beklenti oluşturuyor insan, ona engel olamıyorsun.Kendini değersizleştiriyormuşsun gibi geliyor. Gözünde üç kuruş değerin yok adamın; ama gidip hayatını düzene sokmaya çalışıyorsun. Abilik yapıyorsun. Kardeşim o benim artık diyorsun kendi kendine ama balondan atılan ilk ağırlık sen oluyorsun; “Nasıl olsa bi sıkıntım olduğunda kendiliğinden gelir” diye düşünüyorlar galiba. İşin bir de karşı cins boyutu var ki, Allah’ım… Nerde var bi sorunlu, güvensiz, başarısız; bana geliyor zaten. Sana ne aq? Beter olsun! Yapamıyor işte insan. Güven aşıla, gururunu okşa, şişir şişir şişir… 3 gün önce aynaya bakacak cesareti bulamayan kıza Sharon Stone muamelesi yap… Arkasını dönüp gidenlere birşey demiyorum artık, ne yapayım. Lakin o arkamdan konuşanlar yok mu… Arkamdan konuşulacak şeyleri nereden buluyorlar bir anlasam! Kötü olan kısmı o işte… Nasıl bi nam saldıysam; benimle görüşen kişi için bir imaj sorunu mu oluyorum ki? Meslek sahibi olmak fena şey, hele ki bu meslek insanların ezikliklerinin üstünü örtmek olunca kimse hayatının bir döneminde benle bağı olduğunu belli etmek istemiyor demek ki. Eziklikten kurtulmanın yolu, hayatının bir bölümünde ezik olduğunu kabul etmektir gençler, aklınızda bulunsun. Bak hala amme hizmeti yapıyorum…

Saat kaç olmuş ya…